26 Ekim 2013 Cumartesi

Sinema: 12 Years A Slave


Ödül ve festival sezonunun klasiğidir; bazı filmler daha gösterilmeden acayip sükse yapar, haftalarca merak edilir, konuşulur ve aylar öncesinden galip ilan edilir.

Bugün sinema sitelerine, bloglarına azıcık bakarsanız, 2 Mart 2014’te açıklanacak 86. Oscar Ödülleri’nin kesin (!) galibini şimdiden görebilirsiniz: İngiliz yönetmen Steve McQueen’in yeni filmi, 12 Years A Slave (“12 Yıl Süren Kölelik”).

Bütün bu yüksek beklentiler ve filmi izleyen az sayıda eleştirmenden gelen inanılmaz övgüler, benim de merakımı son derece gıdıklamıştı. Filmin, 9 – 20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen 57. Londra Film Festivali kapsamında gösterileceğini okudum. Fakat buna rağmen biletlerin satışa çıktığı günü unuttum… ve bütün biletler elbette tükeniverdi.

Normal şartlar altında göstermeye üşeneceğim bir özveriyle, sırf bu filmin arkasındaki muazzam övgü lobisi yüzünden, 18 Ekim’deki ilk gösterimin bilet kuyruğuna girdim. Yaklaşık 3 saat sonra içerdeydim! (Satılan son iki biletten birini alarak üstelik.)

“Oha kerize bak, bir film için o kadar beklenir mi, değse bari,” diyenleri duyar gibiyim! Ama o bekleyişe değdiğini (saçma bir gururla!) söyleyeyim. Yalnızca film çok iyi olduğu için de değil.

Meğerse 18 Ekim’deki ilk gösterim 12 Years A Slave’in Avrupa galasıymış. Gerçekten bilmiyordum! Hayatımda ilk kez böyle bir şey yaşadım. Leicester Square’deki büyük Odeon sinemasının kırmızı halısını salaş montum ve sırt çantamla hızlı hızlı adımlayarak girdim salona! Filmi yönetmen Steve McQueen ve başrol oyuncuları Chiwetel Ejiofor ve Lupita Nyong’o’nun katılımıyla izledik; filmin ardından da yönetmen ve oyuncularla kısa bir soru-cevap etkinliği düzenlendi.

Yönetmen ve oyuncular ayakta alkışlandı; benim uzaklardaki koltuğumdan böyle gözüktü!


Bu şanslı hatıra olmasa da aynı şekilde düşünür müydüm bilmiyorum ama, filmi gerçekten çok iyi buldum. Arkasına aldığı büyük ve heyecanlı dalgayı anlayabiliyorum şu an: İzleyicinin karnına yumruk gibi inen sahnelerle dolu, gerçekten çok, çok çarpıcı bir hikâye bu.

1841 yılında karısı ve çocuklarıyla New York’ta yaşayan özgür bir siyahi adamın, köleliğin en güçlü var olduğu Güney eyaletlerine kaçırılıp satılmasıyla başlayan 12 yıllık esaret hikâyesini anlatıyor 12 Years A Slave. Çalıştırıldıkları çiftliklerde hayvandan da kötü muamele gören siyahi kölelerin akıl almaz çaresizliği, başroldeki Chiwetel Ejiofor ve genç oyuncu Lupita Nyong’o’nun acı dolu, hayattan yılmış, umutsuz bakışlarında o kadar net okunuyor ki… Maruz bırakıldıkları fiziksel işkenceden ziyade yaşadıkları ruhsal işkenceye kahroluyorsunuz.

Fiziksel işkence meselesine gelince… Filmin çok konuşulma sebeplerinden biri de inanılmaz gerçekçi (ve hassas izleyiciler için rahatsız edici) şiddet sahneleri. Cidden, McQueen hiçbir şeyi göstermekten kaçınmamış denebilir.

Ama şiddet içeren sahneleri bir yana koyarsak, aslında 12 Years A Slave McQueen’in en ana akım, en rahat izlenen filmi. Yönetmenin önceki filmleri Hunger ve Shame yer yer sanat sinemasına göz kırpan, senaryodan ziyade tekrara ve performansa dayanan işlerdi. 12 Years A Slave ise gerek bilinen oyuncularla dolu oyuncu kadrosu olsun (Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Brad Pitt, Paul Giamatti, Paul Dano), gerek A noktasından B noktasına ilerleyen geleneksel senaryosu olsun, çok daha “kolay ulaşılır” bir film.

Aynı zamanda rahatsız eden, insanlık hakkında düşünmeye zorlayan, sarsan, çok güçlü bir film. Eğer bu senenin “En İyi Film” Oscar’ı gerçekten 12 Years A Slave’a giderse, çoook uzun zamandır en beğendiğim kazanan olacak.

10 üzerinden 9,5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder