31 Ocak 2014 Cuma

"En İyi Film" adaylarını sıralamaca #6

“Zenginin malı – züğürdün çenesi” hesabı, bu senenin “En İyi Film” Oscar’ına aday olan 9 filmi zevkime göre sıralıyorum. Çoğu hakkında bir şey yazmamışım zaten, bu bahaneyle iki laf etmiş oluruz.
 
ÖNCEKİ YAZILAR: X. Philomena, 8. American Hustle, 7. Dallas Buyers Club, 6. Her, 5. Nebraska

4. CAPTAIN PHILLIPS


Amerikan menşeili bir yük gemisinin 2009 yılında Hint Okyanusu açıklarında Somalili korsanlar tarafından kaçırıldığı gerçek bir olayı anlatan Captain Phillips, oldukça beğenmeme rağmen, bir daha asla oturup izleyemeyeceğim filmlerden biri.

Kaptan rolündeki Tom Hanks ve Somalili korsan rolündeki Barkhad Abdi arasındaki, ağızdan çıkanı değil, akıldan geçeni anlamaya yönelik, yoğun ve gergin, sözlü ve de sözsüz diyaloglar, ve ikilinin sergilediği takdire şayan oyunculuk, ikinci kez izlenmeyi hak ediyor bence.

Ama Paul Greengrass’ın (Bourne serisi ve United 93) belgesel keskinliğindeki, “gerçek zaman” duygusu veren, son yarısında seyirciyi eli silahlı dört korsanla ufacık bir can kurtarma filikasına hapseden ve nefes aldırmayan fevkalade yönetimi, ikinci kez izlememi engelleyecek kadar sarsıcı: Aynı stresi bir daha yaşayamam doğrusu!

Üzücü bir durum; çünkü ilk izleyişimde yanında oturduğum öpüşken çift yüzünden filmin en gergin sahneleri üçer saniyelik periyodlarla tekrarlanan “muck” sesleriyle mahvolmuştu! O gün niye dönüp “biraz sessiz yiyişir misiniz lütfen?” diyemedim; bu pişmanlığı hala taşıyorum!

Ama taşıdığım bu pişmanlık, muhtemelen Abdi’nin canlandırdığı Muse karakterinin yolculuğu yanında absürt kalıyor. Filmin maruz kaldığı “Amerikan propagandası” eleştirileri bir yana, ben filmdeki Somalili gençlerin içinde bulunduğu ruh halinin adil yansıtıldığını düşünüyorum. O dört gencin kana susamış vahşiler olmadığı, ve onları bu işe mecbur bırakan ümitsiz ve boktan koşullar, yüksek sesle olmasa da, net olarak belirtiliyor. Filmin son sahnelerinde hem Abdi’nin, hem de Hanks’in yüzünde izlediğimiz dehşet ve pişmanlık ifadeleri, bambaşka hikâyeleri anlatsalar da, aslında insanlığın içinde bulunduğu aynı içler acısı noktadan kopup geliyorlar.

Bu vesileyle, ülkemizde cemaat kökenli vakıfların “Sünni kardeşlerimize yardım eli uzatalım,” temalı kampanyalarıyla adını pek sık duyduğumuz Somali hakkında da durup düşünmek lazım. Gönülden Sesler yarışmacısının bağışladığı araba amacına ulaşmış mıdır bilemiyoruz ama, Muse için yeterli olmadığı kesin.

YARIN: 3 NUMARA! “Sona Doğru” adım adım
~ Bugün “Barkhad Abdi meşhur olmadan önce Karaköy’de saat satıyormuş” esprisi yapacaktım ama ırkçı söylem olur diye vazgeçtim

30 Ocak 2014 Perşembe

"En İyi Film" adaylarını sıralamaca #5

“Zenginin malı – züğürdün çenesi” hesabı, bu senenin “En İyi Film” Oscar’ına aday olan 9 filmi zevkime göre sıralıyorum. Çoğu hakkında bir şey yazmamışım zaten, bu bahaneyle iki laf etmiş oluruz.

ÖNCEKİ YAZILAR: X. Philomena, 8. American Hustle, 7. Dallas Buyers Club, 6. Her 

5. NEBRASKA


Sideways, The Descendants gibi filmlerin yönetmeni Alexander Payne, şu ödülleri dağıtan komitelere ayakkabı kutusunda para mı yolluyor nedir, bir kere daha sinsice yolunu buldu!

Payne’in her yıl çektiği “sorunlu aile ilişkileri komedi/draması”nın bu yılki versiyonu Nebraska, beklendiği gibi En İyi Film ve En İyi Orijinal Senaryo adaylıkları ve iki oyunculuk adaylığı (Bruce Dern, June Squibb) kazandı. Fakat bunların üstüne benim tahmin etmediğim şekilde En İyi Yönetmen ve En İyi Görüntü Yönetimi adaylıkları da eklendi.

Seyirciyi kolayca yorabilecek bir senaryoya sahip olan Captain Phillips’i 2 saati aşkın süresince soluksuz izleten yönetmen Paul Greengrass dururken, Payne’in her zamanki vasatın üstü yönetmenliğinin takdir edilmesini hoş karşılamadım. Akılda kalıcı hiçbir kareye sahip olmayan görüntü yönetimi de, mesela 12 Years a Slave’in etkileyici kadrajları hala hafızalardan çıkmazken, sırf siyah beyaz olduğu için aday edilmemeliydi.

Filmi genel olarak beğendiğimi belirteyim; ama dün 6 numaradaki Her hakkında uzun uzun kafa yorduktan sonra “acaba ikisinin yerini değiştirse miydim” diye düşünmeden edemedim şu an.


YARIN: 4 NUMARA! Yarından sonra bu blogun kaptanı benim! Look at me! I’m the captain now! 
~Yarınki film için çok gizli bir ipucu olsun bu da

29 Ocak 2014 Çarşamba

"En İyi Film" adaylarını sıralamaca #4

“Zenginin malı – züğürdün çenesi” hesabı, bu senenin “En İyi Film” Oscar’ına aday olan 9 filmi zevkime göre sıralıyorum. Çoğu hakkında bir şey yazmamışım zaten, bu bahaneyle iki laf etmiş oluruz.

ÖNCEKİ YAZILAR: X. Philomena, 8. American Hustle, 7. Dallas Buyers Club

6. HER


Peşinen belirteyim ki, bu sıralamada yukarı doğru ilerledikçe filmler arasındaki mesafe giderek daralıyor. Mesela 6-5-4 numaralı filmler arasında çok ayrım yapamıyorum.

Yönetmen-yazar Spike Jonze’un yeni filmi Her 6 numarada. Ama American Hustle ve Dallas Buyers Club’a karşı gösterdiğim düşmanca tutumu burada sergilemeyeceğim!

Jonze’un hayal ettiği alternatif (?) gelecekte, insani yapay zekâya sahip işletim sistemleri mevcut. Boşanma arifesinde yalnızlık çeken Theodore’un (Joaquin Phoenix), Scarseks Johansson’ın seslendirdiği Samantha adındaki işletim sistemiyle girdiği diyaloga şahit oluyoruz film boyunca.

“Bilgisayarıyla duygusal ilişki kuran adam” fikri, “zamanın ruhunu yakalama” konusunda hedefi 12’den tutturmuş gibi görünüyor. Günümüzün çok büyük bir kısmını ekranlara bakarak geçiriyoruz. Kendi adıma, benim de bilgisayarımla aramda bir ilişki var mesela. Her gün en az iki posta kavga ediyoruz! Ben hep makul davranmaya, alttan almaya çalışıyorum ama fazla yüklenirsem tuhaf bir kakofoni eşliğinde donup kalıyor şerefsiz! (filmimiz çekilirse seslendirme adaylarım: Nagehan Alçı veya Sevilay Yükselir)

Ama zamanın ruhunu yakalayan parlak bir fikir, bana göre 2 saatlik bir filmi “doldurmaya” yetmiyor. Duygusal açıdan ne istediğini bilmeyen şaşkın ve yaralı bir erkekle, her açıdan mükemmel (anlayışlı, komik, cilveli, üstelik istediğin zaman kapatabiliyorsun!) bir kadının flörtü ve bir araya gelmesi, senaryonun fütürist dokunuşuna rağmen, o kadar beklenen, o kadar şaşırtmayan bir durum ki, filmin ilk yarısı, pastel renkli bir rüya gibi, hiçbir gerçek etki bırakmadan geçip gidiyor.

Ancak ve ancak ikinci yarısına kadar sabredebilirseniz, insan ve yapay zekâ aşkı, “insan insanı arar” gibi sıkıcı ve tahmin edilebilir bir şekilde değil de, çok daha entelektüel bir ayrımdan ötürü, etkili bir sona doğru ilerliyor ve Her, hissettirmese de, düşündürüyor.

Bilimkurgu soslu zeitgeist hikâyesi, yakışıklı görsel tasarımı ve ukulele şarkılarıyla, Her bu yılın Her diye bi film buldum tam beni anlatıyo <3” filmi olacak. Varsın olsun da, keşke kısa film olsaydı diye düşünmeden de edemiyorum.

Amy Adams iyiydi.

YARIN: 5 NUMARA! 9 Günlük Esaret’i yarılıyoruz!
~Henüz çok acımadı aslında?

28 Ocak 2014 Salı

"En İyi Film" adaylarını sıralamaca #3

“Zenginin malı – züğürdün çenesi” hesabı, bu senenin “En İyi Film” Oscar’ına aday olan 9 filmi zevkime göre sıralıyorum. Çoğu hakkında bir şey yazmamışım zaten, bu bahaneyle iki laf etmiş oluruz.

ÖNCEKİ YAZILAR: X. Philomena, 8. American Hustle

7. DALLAS BUYERS CLUB


80’li yıllarda AIDS teşhisi konulduktan sonra, kendini önceden hor gördüğü bir dünyanın ve beklenmedik bir yasal mücadelenin içinde bulan Ron Woodroof’un öyküsünü anlatıyor Dallas Buyers Club.

Aslında çok ilginç bir konuya sahip gibi dursa da, Dallas Buyers Club, olmadığı bir şey olmaya çalışıyor ve beni kaybediyor: Yönetmen Jean-Marc Vallée, bu gerçek hikayeden bir “feel good” / “kendini iyi hisset” filmi çıkarmak için kasıyor da kasıyor.

Oysa Woodroof’tan bir “eşcinsel hakları kahramanı” yaratma çabası o kadar eğreti duruyor ki. Bu ağzı bozuk, öfkeli, çıkarcı karakter, hükümetin ve ilaç lobisinin onaylamadığı ilaçları kaçak yollardan satabilme mücadelesine girerken, içinde bulunduğu ümitsiz durumu yararına çevirmeye çalışan hesapçı bir denyodan ötesini göremiyoruz.

“Bunda ne var ki?” diyebilirsiniz. Evet, hayattan kötü bir darbe yemiş kibirli ve cahil bir adamın, pes etmeyip, kendine yeni bir savaş alanı yaratması ve bu yolda karşılaştığı engellere (insanların önyargıları, sağlık sistemindeki ikiyüzlülük, vb.) verdiği tepkiler, çok ilginç bir film olabilirdi.

Fakat senaryo, Woodroof’un aynı hastalıktan mustarip transseksüel Rayon ile olan dostluğundan başlayıp, kulübün üyeleri tarafından ayakta alkışlandığı (!) ucuz final sahnesine kadar, gerçek hayatta asla olmamış bir dönüşümün altını çizmek için o kadar uğraşıyor ki… Hiçbir şekilde empati duyamadığınız bir karakteri “ilham verici gerçek hikaye!!!!” klişelerine sıkıştırmak hiç hoş durmuyor.

Başrollerdeki Matthew McConaughey ve Jared Leto, eyvallah, çok uğraşmışlar ama; rollerin “Oscar yemi” kavramının sözlük karşılığı olması, ağızda buruk bir tat bırakıyor (Leto’nun transseksüel – ölümcül hasta – “rolü için tanınmaz hale gelmiş yakışıklı Hollywood oyuncusu” Rayon karakteri ölüm döşeğinde “ölmek istemiyorummmm!!!” diye haykırırken gözlerimi devirmeden edemedim.)

Bilemiyorum. Ben mi çok karamsar ve alaycı biri oldum, yoksa bu film Hollywood’da değil de başka bir yerde çekilse gerçekten çok mu daha iyi olurdu sanki?

YARIN: 6 NUMARA! Listede yükseldikçe birazcık beğendiğim herhangi bir film olacak mı acaba? Cevabı sizi şaşırtabilir!
~Valla her şeyi kötülemeye çalışmıyorum, düzelecek, söz

27 Ocak 2014 Pazartesi

"En İyi Film" adaylarını sıralamaca #2

“Zenginin malı – züğürdün çenesi” hesabı, bu senenin “En İyi Film” Oscar’ına aday olan 9 filmi zevkime göre sıralıyorum. Çoğu hakkında bir şey yazmamışım zaten, bu bahaneyle iki laf etmiş oluruz.
  
ÖNCEKİ YAZI: X. Philomena

8. AMERICAN HUSTLE


Dürüst konuşmam gerekirse; eğer bu film şu anda olduğu kadar dikkat çekmeseydi ve ciddi ciddi ödüller kazanmasaydı, bu kadar gıcık olmazdım. “İzleyip unutacağınız türden bir film işte,” der geçerdim. “Kanal D’de gece 1’den sonra yayınlanan, adını hiç duymadığınız Amerikan filmlerinden biri.”

Ama şu anda? Lupita Nyong’o’nun (12 Years a Slave) olduğu ortamda ödül konuşması yapan Jennifer Lawrence’ı gördüm (Altın Küre’de), üstüne Oyuncular Birliği (SAG) ödülünü kabul eden American Hustle ekibini gördüm ve sinirlerim bozuldu şerefsizim!

Yönetmen David O. Russell’a zaten bayılmam. Geçen seneki Silver Linings Playbook olayına da önyargıyla yaklaşmış, ama sonunda (kendi halinde takılıp işini dümdüz yapan bir devlet memuru gibi) zararsız olduğuna kanaat getirmiş, hatta Jennifer Lawrence “dengesiz güzel kadın” rolünü kendine pek iyi yakıştırıp Oscar’a uzanırken – çok içten olmasa da – alkış tutmuştum.

Aynı gözlemler American Hustle için de geçerli. Ama bu kez zararsız, kendi halinde deyip geçemiyorum! “Beni bir kez kandırırsan, ayıp senindir. İki kez kandırırsan, ayıp benimdir!”

Russell’ın kamerayı oyunculara doğrultmaktan ibaret, yaratıcılığın Y’sinden, orijinalliğin O’sundan yoksun yönetmenlik anlayışından rahatsızım.

Hollywood’un en güzel / yakışıklı oyuncularını bir araya toplayıp müsamere oynatır gibi abartılı fantastik kılıklara sokmanın “ne cesur oyunculuk, ne harika karakter gelişimi” diye değerlendirilmesinden rahatsızım.

Kör göze parmak misali, bağıra bağıra “bakın gördünüz mü, ne oyunculuk ama!” dercesine filmin ilk karesinin Christian Bale’in göbeği olmasından rahatsızım! (Ki bence kendisi – göbek olsun olmasın – filmin iyilerindendi.) Oscar yemi formül rollerden rahatsızım.

Jennifer Lawrence’ın, filmin olay örgüsüne HİÇBİR etkisi olmayan bir rolde, YİNE “dengesiz güzel kadın” karakterini oynayarak, ödül üstüne ödül kazanmasından rahatsızım. (Jennifer Lawrence’ın yalnızca kendini oynadığını – dolayısıyla pek oyunculuk yapmadığını – da düşünmeye başladım; bir iki röportajını izleyin, kendisi bayağı “dengesiz güzel kadın” bence!)

Amy Adams iyiydi.

YARIN: 7 NUMARA!
~TRT dizisi değil. Gerçi o olsa daha iyiydi sanki?