24 Kasım 2013 Pazar

Sinema: Nebraska


Önyargılı bir sinema izleyicisi olmamak lazım. Önyargı kötü bir şey. (Hem sinema izlerken, hem de gerçek hayatta!) Fakat ne kadar isterse istesin kendi tabiatını değiştiremiyor insan. Ben önyargılı bir sinema izleyicisiyim. Bazı filmlerin notunu izlemeden veriyorum kafamda. İzledikten sonra da “haklıymışım,” diyerek kendimi tatmin ediyorum!

Bu kötü kalpli yükü izlediğim her filme taşımıyorum neyse ki, ama Nebraska kesinlikle taşıdıklarımdan biriydi. Yönetmen Alexander Payne’e bir türlü ısınamamış, kendisinin bir önceki filmi The Descendants ile yakaladığı başarıyı dehşet içinde izlemiştim. Hatta o filmle ilgili 2012 Ocak’ta zehir zembelek bir yazı yazmışım. Nedense o kadar sinirlenmişim ki, 2 yıl sonra açıp okuyunca bana da tuhaf geldi. Ama belli ki Bay Payne blogumun sıkı bir takipçisi! Zira yeni filmi Nebraska ile durumu toparlamış epey!

Evet, tamamı siyah beyaz çekilen Nebraska önyargı bariyerimi yıkmakla kalmadı, bu yıl içinde en kanımın kaynadığı filmlerden biri oldu.

Piyangodan ödül kazandığını iddia eden 70’lik Woody’nin, ödülünü teslim almak için küçük oğlu David’in gönülsüz yardımıyla Nebraska’ya gitme çabalarını izliyoruz Nebraska’da. Yolculuklarının, uzak akrabalar, eski dostlar ve eski hatıralarla yüzleşmek zorunda kaldıkları bir keşif yolculuğuna dönüşmesi uzun sürmüyor elbette! Evet, Payne bu filmde de “hayat yolunda kaybolmuş” aile üyeleri arasındaki sorunlu ilişkileri inceliyor aslında. Yine.

Ama mesela The Descendants’taki karton karakterlerin aksine, bu filmdeki karakterler çok daha doğal ve samimi. (Payne’in ilk kez kendi yazmadığı bir senaryoyu yönettiğini hatırlatmamız gerek belki de.)

Filmin duygusal belkemiğini de Woody ve David arasındaki baba-oğul ilişkisi oluşturuyor. Hayatın farklı evrelerindeki bu iki erkek, farklı sebeplerden kaynaklanan hayal kırıklıklarını unutmak için çıkıyorlar yola. Sanırım etkilendiğim tema tam da bu: Erkekler üzerindeki başarı beklentilerinin hastalıklı ve haksız biçimde yüksek tutulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Okumalıyız, mezun olmalıyız, askere gitmeliyiz, iş bulmalıyız, para kazanmalıyız, evlenmeliyiz, çocuk yapmalıyız, ailemizi çok mutlu etmeliyiz! Peki ya bizden beklenenleri başaramazsak?

Başrolde 77 yaşındaki Bruce Dern ve eşi rolünde 84 yaşındaki June Squibb harika oynuyorlar ve alacakları En İyi Erkek ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar adaylıklarını hak ediyorlar. Hatta bu Oscar yağmurundan komedi rolleriyle tanıdığımız Will Forte de (Saturday Night Live, 30 Rock) nasiplense keşke, diye düşünmeden edemiyoruz.

Peki ya yönetmen Alexander Payne? Evet, Nebraska basit bir hikâyeden çok katmanlı ve şiirsel bir anlatım çıkaran, samimi bir film olmuş. Ama kendisini tam olarak affetmiş değilim! Yönetmenlik tarzını hala ukala buluyorum ve bir anlatım tekniği olarak müziğe çok fazla yüklenme hastalığını hiç tasvip etmiyorum. Burayı okuduğuna göre bir sonraki filmine bunları da düzeltir herhalde!

10 üzerinden 7,5

26 Ekim 2013 Cumartesi

Sinema: 12 Years A Slave


Ödül ve festival sezonunun klasiğidir; bazı filmler daha gösterilmeden acayip sükse yapar, haftalarca merak edilir, konuşulur ve aylar öncesinden galip ilan edilir.

Bugün sinema sitelerine, bloglarına azıcık bakarsanız, 2 Mart 2014’te açıklanacak 86. Oscar Ödülleri’nin kesin (!) galibini şimdiden görebilirsiniz: İngiliz yönetmen Steve McQueen’in yeni filmi, 12 Years A Slave (“12 Yıl Süren Kölelik”).

Bütün bu yüksek beklentiler ve filmi izleyen az sayıda eleştirmenden gelen inanılmaz övgüler, benim de merakımı son derece gıdıklamıştı. Filmin, 9 – 20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen 57. Londra Film Festivali kapsamında gösterileceğini okudum. Fakat buna rağmen biletlerin satışa çıktığı günü unuttum… ve bütün biletler elbette tükeniverdi.

Normal şartlar altında göstermeye üşeneceğim bir özveriyle, sırf bu filmin arkasındaki muazzam övgü lobisi yüzünden, 18 Ekim’deki ilk gösterimin bilet kuyruğuna girdim. Yaklaşık 3 saat sonra içerdeydim! (Satılan son iki biletten birini alarak üstelik.)

“Oha kerize bak, bir film için o kadar beklenir mi, değse bari,” diyenleri duyar gibiyim! Ama o bekleyişe değdiğini (saçma bir gururla!) söyleyeyim. Yalnızca film çok iyi olduğu için de değil.

Meğerse 18 Ekim’deki ilk gösterim 12 Years A Slave’in Avrupa galasıymış. Gerçekten bilmiyordum! Hayatımda ilk kez böyle bir şey yaşadım. Leicester Square’deki büyük Odeon sinemasının kırmızı halısını salaş montum ve sırt çantamla hızlı hızlı adımlayarak girdim salona! Filmi yönetmen Steve McQueen ve başrol oyuncuları Chiwetel Ejiofor ve Lupita Nyong’o’nun katılımıyla izledik; filmin ardından da yönetmen ve oyuncularla kısa bir soru-cevap etkinliği düzenlendi.

Yönetmen ve oyuncular ayakta alkışlandı; benim uzaklardaki koltuğumdan böyle gözüktü!


Bu şanslı hatıra olmasa da aynı şekilde düşünür müydüm bilmiyorum ama, filmi gerçekten çok iyi buldum. Arkasına aldığı büyük ve heyecanlı dalgayı anlayabiliyorum şu an: İzleyicinin karnına yumruk gibi inen sahnelerle dolu, gerçekten çok, çok çarpıcı bir hikâye bu.

1841 yılında karısı ve çocuklarıyla New York’ta yaşayan özgür bir siyahi adamın, köleliğin en güçlü var olduğu Güney eyaletlerine kaçırılıp satılmasıyla başlayan 12 yıllık esaret hikâyesini anlatıyor 12 Years A Slave. Çalıştırıldıkları çiftliklerde hayvandan da kötü muamele gören siyahi kölelerin akıl almaz çaresizliği, başroldeki Chiwetel Ejiofor ve genç oyuncu Lupita Nyong’o’nun acı dolu, hayattan yılmış, umutsuz bakışlarında o kadar net okunuyor ki… Maruz bırakıldıkları fiziksel işkenceden ziyade yaşadıkları ruhsal işkenceye kahroluyorsunuz.

Fiziksel işkence meselesine gelince… Filmin çok konuşulma sebeplerinden biri de inanılmaz gerçekçi (ve hassas izleyiciler için rahatsız edici) şiddet sahneleri. Cidden, McQueen hiçbir şeyi göstermekten kaçınmamış denebilir.

Ama şiddet içeren sahneleri bir yana koyarsak, aslında 12 Years A Slave McQueen’in en ana akım, en rahat izlenen filmi. Yönetmenin önceki filmleri Hunger ve Shame yer yer sanat sinemasına göz kırpan, senaryodan ziyade tekrara ve performansa dayanan işlerdi. 12 Years A Slave ise gerek bilinen oyuncularla dolu oyuncu kadrosu olsun (Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Brad Pitt, Paul Giamatti, Paul Dano), gerek A noktasından B noktasına ilerleyen geleneksel senaryosu olsun, çok daha “kolay ulaşılır” bir film.

Aynı zamanda rahatsız eden, insanlık hakkında düşünmeye zorlayan, sarsan, çok güçlü bir film. Eğer bu senenin “En İyi Film” Oscar’ı gerçekten 12 Years A Slave’a giderse, çoook uzun zamandır en beğendiğim kazanan olacak.

10 üzerinden 9,5

11 Ekim 2013 Cuma

Sinema: Blue Jasmine


Her geçen yıl daha karamsar, daha alaycı, hiçbir şeyin samimiyetine inanmayan bir sinema seyircisi oluyorum sanırım. Bu sene katıldığım Filmekimi gösterimlerinin neredeyse tamamında gözlerimi devirirken, oflayıp puflarken, son derece gergin / dramatik sahnelerde kıkırdarken buldum kendimi.

İşte böyle bir ruh halindeyken Blue Jasmine’i izledim. Normalde Woody Allen filmlerine de tedbirli yaklaşırım. Üretken yönetmenin son dönem filmografisinde her Midnight in Paris için bir To Rome With Love, her Vicky Cristina Barcelona için bir Whatever Works ile karşılaşmak mümkün zira.

Fakat Blue Jasmine ünlü yönetmenin upuzun kariyerindeki en parlak anlardan biri olmuş. Acıtan bir dürüstlükle yazılmış senaryo, baş karakter Jasmine’in dibe vurma hikâyesini sıkmadan, ustalıkla anlatıyor ve şaşırtıcı biçimde karanlık sonuyla seyircinin konvansiyonel drama finali beklentilerini alaşağı ediyor.

Jasmine karakterinin gelgitlerini inanılmaz güçlü bir şekilde aktaran Cate Blanchett’i izlemek tarifsiz, doyumsuz bir keyif. Yıllardır bir kadın oyuncunun performansından bu kadar etkilenmemiştim. İki saat daha oynasa oturur izlerdim, o derece. Sırf o da değil, yan rollerdeki Sally Hawkins (Happy-Go-Lucky), Alec Baldwin (30 Rock), Bobby Cannavale (Boardwalk Empire) de leziz senaryonun hakkını vermişler.

Mutlu oldum; içimdeki duygusal sinema seyircisi ölmemiş çünkü. İzlediği her filme bir kulp bulan kindar bir entele dönüşmekten korkuyordum! Ama yok. Allen ve Blanchett’in, aslında sevilebilir hiçbir yanı olmayan bir karakterin, empati kurması son derece zor hikâyesini, bir buçuk saat boyunca üzerek, güldürerek, merak ettirerek anlatabilme maharetine hayran kaldım.

10 üzerinden 9,5

3 Ekim 2013 Perşembe

Filmekimi 2013


“Türk entelijansiyası” festival açlığı çekiyor olmalı efendim. Filmekimi seansları bu yıl da cinsel içerikli sahneleri “cık cık”layan teyzeler, patlamış mısırsız film izleyemeyen öğrenci grupları, insanların isteyip de yer bulamadığı filmlerden sıkılıp bir saat geçmeden salonu terk eden gergin çiftlerle dolup taşıyor!

Aslında bu tavrın biraz acımasız, hatta faşistçe olduğunun bilincindeyim. Sonuçta herkes istediği filmi izlemeye gidebilir. Ben kimim ki insanları böylesine kabaca yargılayayım, etiketleyeyim.

Yargılanması gereken biri varsa bu İKSV’dir. Hatta böyle festivalleri çoğaltabilecek güçte olup da hiçbir çaba göstermeyen bütün kurumlardır.

Zira ilk cümlemin arkasındayım. Türkiye’de bir festival açlığı var. Dikkatinizi çekeyim, festival filmi açlığı demiyorum. Festival açlığı diyorum. Normal gösterimlerde boş salonlara oynayacak filmler, festival kapsamında gösterildiğinde (üstüme vazife olmayan şekilde ayıpladığım) bu grupların dahi ilgisini çekebiliyorsa, ortada karşılanmamış bir talep var demektir.

Özellikle yabancı filmler için “aman, sonra internetten izlerim” demenin çok çok kolay olduğu bu dönemde, festivaller “film izlemek” etkinliğinin yeniden sosyal bir aktiviteye dönüşmesine vesile oluyorlar.

Bu hafta gayet merkezi bir sinemada, Woody Allen’ın yeni filmi Blue Jasmine’i salonda 1 (bir) kişi olarak izledim. Bunun zevki de ayrı, kabul. Ama kalabalık bir sinemada, pek de bilinmeyen bir filmi, diğer seyircilerin şaşkınlık, korku, üzüntü gibi anlık tepkilerini hissederek, ortak bir keşif duygusuyla izlemek gibisi var mı? Festivaller bunu sağlıyor işte.

Varsın doluşsun patlamış mısırcılar, teyzeler, gergin çiftler. Yeter ki Türk seyircisi bir araya gelsin, sinemaları doldursunlar.

Gerçi ne desek boş. İstanbul Film Festivali Direktörü’nün bile “filmlere bilet bulamıyorlarsa daha sonra normal dağıtıma girince izlesinler, hahhayt!” diyebilecek kadar toplumdan kopuk olduğu bir kültür ortamında nefes alıyoruz. Bize bu kadarı da fazla bile galiba.