25 Aralık 2012 Salı

Sinema: Life of Pi


Sinema salonlarımızın 3D filmlere bu kadar hızlı adapte olması aslında çok şaşırtıcı değil. 3-4 sene önce İstanbul’da 3D film gösteren 1 veya 2 salon vardı. Kadıköy’deki Nautilus alışveriş merkezinde Journey to the Center of the Earth filmini izlediğimizi hatırlıyorum; normal şartlarda burun kıvırıp gitmeyeceğimiz bu dandik filme (başrolünde Brendan Fraser vardı!) 3 boyutlu diye koşa koşa gitmiştik. İşte bizim gibi meraklı, evinde film izlemek yerine sinemaya gitme zahmetine katlanan, bunun karşılığında da ekstra bir mükâfat isteyen seyirciler yüzünden, yapımcılar tek ilginç özelliği 3D olması olan bir dolu tırt film finanse etti. İrili ufaklı bütün yerli sinema işletmecilerimiz her yere 3D salonlar açtılar.

Ancak içeriği zaten zayıf olan bu kötü filmlerin 3D tekniği de zayıf kalınca (görüntüde hiçbir derinlik olmaması, görüntünün normalden çok daha karanlık olması gibi) ağzımızda kötü bir tat kaldı; bu filmlerden itinayla kaçan bir kitle oluştu.

İşte bu sebepten, hem iyi içeriği, hem de iyi teknoloji uygulamasını bir araya getirmeyi başaran nadir filmleri bağrımıza basar olduk: James Cameron ve Avatar, Martin Scorsese ve Hugo, ve bu listeye rahatlıkla ekleyebileceğimiz, Ang Lee ve Life of Pi.

Filmin kaynağını oluşturan aynı adlı kitap, bir seri talihsiz olay sonucu okyanus ortasında ufacık bir teknede bir adet yetişkin Bengal kaplanıyla mahsur kalan 16 yaşındaki bir gencin ruhsal ve fiziksel yolculuğunu anlattığı için, “filmi çekilemez” olarak nitelenmişti. M. Night Shyamalan, Alfonso Cuarón ve Jean-Pierre Jeunet gibi yönetmenlerin elinden geçtikten sonra da Ang Lee’nin elinde kalmıştı.

Deneyimli yönetmen, kitaba “filmi çekilemez” diyenlerle açık açık dalga geçmiş diyebiliriz. Life of Pi, CGI teknolojisinin günümüzde ulaştığı seviyenin harika bir örneği. Filmin başrolündeki kaplanın gerçekliğinden bir an olsun şüphe ettirilmemesi bir yana, Pi’nin görsel mucizelerle dolu hayatı da nefes kesici bir kompozisyonla sunuluyor. Bu inanılmaz yolculuğu, merakla, 16 yaşındaki bu genç adamın cesaret ve sabrına hayran kalarak izliyoruz.

İşte bu yüzden; hikâyenin “fiziksel yolculuk” tarafını bu kadar ustalıkla anlatan Ang Lee’nin, “ruhani yolculuk” tarafını aynı kalibrede yansıtamaması üzücü. Pi’nin tanrı ve inanç hakkındaki derslerini, Lee’nin bizi ilk yarım saatte zorladığı gibi, etkileyici doğa görüntüleri ve rahatlatıcı Hint müzikleri eşliğinde dinlemek, kitapevlerinin tozlanmış kişisel yardım raflarında bulacağınız new age terapi ve meditasyon kasetlerini dinlemekten farksız!

Aslında uykumun gelmesini sadece (Pi teknede mahsur kalana kadar maruz kaldığımız) ruhani mesajlarla dolu ilk yarım saate bağlamak istemiyorum. Filmi mahallenin ufak sinemasında yalnız başıma izlerken son derece duygusuz ve yorgundum, bir önceki haftadan beri çantamda duran 3D gözlüklerim çizik ve hafif bulanıktı! Ama gene de, Pi’nin duygusal yolculuğunun, fiziksel yolculuğu yanında gölgede kaldığı, yeterince iyi işlenmemiş olduğu bir gerçek. Hatta film, en düşündüren ve duygulandıran yumruğunu son 15 dakikada açıkladıklarıyla vurmasa, ilk yarım saat tamamen havada kalacaktı denebilir. Lee gerçekten o son 15 dakikada kurtarıyor her şeyi ve filmi sadece güçlü görsel öğelerle dolu bir “iradenin zaferi” masalı olmaktan çıkarıp, ilham verici bir büyüme, “masumiyetin kaybı” hikâyesine dönüştürüyor.

Pi’nin Yaşamı’na epik görselliği ve harika 3D kullanımı için gidin, ama yüreğinizi acıtan dokunaklı hikâyesi için kalın.

10 üzerinden 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder