24 Kasım 2012 Cumartesi

Sinema: Rust and Bone


Her sene televizyonda Oscar Ödül Töreni yayınını izlerken NTV’nin gösterdiği çabayı anlıyorum, takdir ediyorum ama genellikle çok acayip sinirleniyorum! Koltukları tekmeleyesim geliyor. Sebebi de Tuğrul Eryılmaz’dan başkası değil!

Tuğrul Bey’in sinema birikimi yüksek, üslubu kuvvetli bir gazeteci olduğuna şüphem yok. Fakat sahip olduğu ve olabileceği bütün bu üstün meziyetler, kendisinin modern popüler sinema bilgisinden yoksun veya Hollywood stüdyo sisteminin nasıl işlediğinden bihaber, hırçın bir “dinozor” olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sadece geçen seneki yayında bile, The Artist’in başarısından duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmek adına, “Zaten bu filmlere kimse gitmiyor, giden de parasını geri istiyor,” yorumunu yaparak Demet Akalın seviyesine inen, Jean Dujardin’in ödül almasına kızarak “Bu adamdan hiçbir şey olmaz. Göreceksiniz birkaç seneye kaybolup gidecek, bakın birkaç sene önceki Marion Cotillard’a ne oldu, kaybolup gitti!” diyen, bambaşka bir kafa var karşımızda!

Ailecek gittiğiniz düğünde çabucak kafayı bulup rezalet çıkaran sarhoş amcanız gibi, bütün geceyi zehir etmişti Tuğrul Bey!

“Kaybolup gitti!” dediği Marion Cotillard’ın Oscar kazandıktan sonra Inception ve The Dark Knight Rises gibi devasa gişe filmlerinde başrol oynadığını, Nine, Midnight In Paris gibi filmlerle birçok ödüle aday gösterildiğini, yetmezmiş gibi bu sene de Rust and Bone ile ikinci bir En İyi Kadın Oyuncu adaylığına çok yakın olduğunu duysa, ne derdi acaba?

Kendisinin bu satırları okuyacağını tahmin etmiyoruz ama gene de buradan belirtmiş olalım: Evet, Marion Cotillard, Rust and Bone’daki oyunculuğu ile yeni bir adaylığa çok yakın, arkasındaki rüzgâr oldukça güçlü; kuşluk vakti Paris’ten yola çıksa kahvaltıyı Los Angeles Kodak Theatre’da yapar, öyle diyeyim yani!

Bu güçlü oyunculuğu sergilediği filmin son derece sıradan ve “izleyip unutulası” bir film olması ise üzücü. Sorumluluk almaktan kaçan ve bağlanmaktan korkan sorunlu bir eski boksörün, aşk ve sevgiyle değişen hayatı anlatılıyor. Beklendiği üzere, “bu ilişki nereye gidiyor?”, “ben senin için neyim?” soruları gırla gidiyor. Ama bir fark var: Filmin başlarında, kadın karakter (Cotillard) talihsiz bir kaza geçiriyor ve iki bacağını da kaybediyor. Bu noktadan itibaren film, bu kaybın sonuçlarını ve şanssız genç kadının hayatla barışma hikâyesini anlatacakmış gibi yapıyor; ama bunu yaparken ortaya koyduğu iş son derece üstünkörü ve tatmin edicilikten uzak.

Bu durum bana şunu hissettiriyor: Sanki bu sıradan senaryo önceden yazılıp beğenilmemiş de, “kadın başrol filmin başında sakat kalsın” fikri sonradan eklenmiş. (Hâlbuki öyle olmadığını biliyorum.) Gerçekten de, çok etkileyici ve düşündürücü olan bu öğeyi filmden çıkarsanız, elinizde kalan film o kadar düz ki, “bu yönetmen cidden A Prophet’in yönetmeni mi ya?” diye iki kez kontrol etmek istiyorsunuz.

Aklınızda kalan tek şey Marion Cotillard oluyor; Fransız oyuncu tek bir karede pek çok duyguyu aktarabiliyor: Bitmiş ve yitik; fakat mağrur ve tutkulu. Görünüşe göre 24 Şubat gecesi ödül törenini NTV’den izleyenleri çok zor bir gece daha bekliyor!

10 üzerinden 5,5

Not: Bu arada Tuğrul Bey’in önümüzdeki sene Jean Dujardin’i Martin Scorsese’nin yeni filmi The Wolf of Wall Street’te gördüğünde ne diyeceğini de çok merak ediyorum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder