13 Şubat 2012 Pazartesi

Sinema: The Help


Oscar töreni iyice yaklaşırken hakkında henüz herhangi bir şey söylemediğim adayları da hızlı hızlı yorumlamaya devam ediyorum.

Bildiğiniz gibi, ırkçılık ve “cefakâr zenciler” teması, holokost ve “zavallı Yahudiler” temasından sonra, Hollywood ödül çevresinin en favori temalarından biridir. İkisi de ana karakteri trajediden trajediye sürükler ve buradan başroldeki oyunculara çok ekmek çıkar.

Açıkçası bu tür filmlerin klişeden ve ajitasyondan uzak durmayı başaran örneklerini sevmişliğim vardır. Peki The Help bunu başarabiliyor mu?

Beklediğinizden daha aydınlık ve neşeli bir tona sahip olan The Help, bu haliyle ajitasyona prim vermeyen, ama aşırı derecede karikatürize edilmiş karakterleriyle kendini klişe batağına saplayan bir film.

The Help, arka planına 1960’ların Afro-Amerikan sivil haklar hareketini oturtuyor. Etnik çatışmanın en yoğun yaşandığı eyaletlerden biri olan Mississippi’nin Jackson kasabasında, yaşam felsefeleri “zengin erkeklerle iyi bir evlilik yapıp çocuk peydahlamak” olan “yüksek sosyete” ev kadınlarının en büyük yardımcısı, (adeta köle olarak kullandıkları) zenci hizmetçi kadınlardır.

Hizmetçiler, evi temizler, yemek pişirir ve onların çocuklarını kendi çocukları gibi yetiştirirken, sosyetik kadınlar sosyetik işlerle meşgul olurlar. Fakat içlerinden biri farklıdır. (Çünkü her zaman öyledir ya.) Üniversitede gazetecilik okuyan Skeeter, bu sessiz yardımcıların hikâyesini kitaplaştırmak ister ve bu süreçte hizmetçiler Aibileen ve Minny ile sıra dışı bir dostluk kurar. Ülkede yükselen tansiyon kasabaya da yansır; sosyetik ev kadınlarının elebaşı Hilly Holbrook zenci hizmetçilerin beyazlarla aynı tuvaleti kullanmasının yasaklanması konusunda bir yasa tasarısı hazırlarken, kasabada pek sevilmeyen Celia Foote umutsuzca sosyeteye dâhil olmaya çalışır, bu sırada yardım beklenmedik bir yerden, Minny’den gelecektir.

Yani, ne bileyim, açıkçası üşenmeyip yukarıdaki paragrafı okuduysanız, biraz da film kültürünüz ve hayal gücünüz varsa;

  • Viola Davis’in oynadığı Aibileen karakterinin “inançlı ve gururlu zenci” klişesini üstlenip filmin sonunda herkese ayar veren bir tirat atacağını,
  • Octavia Spencer’ın oynadığı Minny karakterinin “şişman ve hazırcevap zenci” klişesini üstlenip filmin esprili “catchphrase”lerini yani slogan cümlelerini söylemekle yükümlü olduğunu,
  • Bryce Dallas Howard’ın oynadığı Hilly karakterinin “kötülük üzerine kötülük yapan kalpsiz pis beyaz” klişesini üstlenip filmin sonunda bir çeşit vicdan hesabı yaşayacağını,
  • Emma Stone’un oynadığı Skeeter ve Jessica Chastain’in oynadığı Celia karakterlerinin de “‘bütün beyazlar kötü değilmiş meğerse’ dedirten anlayışlı beyaz” klişesini üstlenip başka da hiçbir katkıda bulunmayacağını,

az buçuk tahmin edebilirsiniz.

Bütün karakterler sadece hikâyeyi A noktasından B noktasına götürmek için tasarlanmış; hepsi son derece iki boyutlu ve oldukça karikatürize edilmiş.

Peki bu illa kötü bir şey mi? Nereden baktığınıza göre değişir. “Ben bu filmi içimi ısıtsın diye, tavuk suyuna çorba niyetine izleyeceğim” derseniz ve gereken inanç adımını atarak kendinizi bu klişe karakterlerin gerçekçiliğine inandırırsanız, film sizi kesinlikle ödüllendirecek ve Viola Davis finaldeki o etkileyici tiradını atarken (“Siz Allah tanımaz bir kadınsınız Bayan Holbrook!”) filme harcadığınız zamanın boşa gitmediği hissini yakalayacaksınız.

Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sezon boyunca topladığı onlarca ödülden haberiniz varsa bir kere de benim söylememe gerek yok herhalde ama, oyuncu seçimi de çok iyi. Özellikle gururlu ve soğukkanlı Viola Davis ve gülen yüzünün, saflığının ardındaki hüznü çok iyi yansıtan Jessica Chastain.

Daha fazlasını aradığınızda ise karşılaşacağınız şey fazla kabartılmış bir yastık gibi; yumuşacık ve rahatlatıcı, ama içi havayla dolu.


10 üzerinden 6

1 yorum:

  1. Arada pottermore blogunuza da baksanız..Takipçilriniz her gün merakla güncellemeleriniz olup olmadığına bakmasalar..:))

    YanıtlaSil