21 Şubat 2012 Salı

Oscar Ödülleri'ni Okuma Rehberi


Bir ödül sezonunu daha geride bırakıyoruz. Ödül sistemini saçma bulsanız da, ödül alan filmlerden tiksinseniz de, favori filminizin sıfır çekmesine anlam veremeseniz de, ödül sezonu iyidir. Normal koşullarda belki de dikkatimizi çekmeyecek filmleri izleme şansı bulur, tartışır ve eğleniriz.

Tabii bizim gibi “uzak” seyirciler için, birkaç sene öncesine kadar bu süreç çok zordu. Türk sinema dağıtımcılarının, Oscar adayı filmleri önceden satın almalarına rağmen Oscar haftasına kadar gösterime sokmama gibi bir saplantısı var. Zaten çok kısıtlı bir kitleye hitap eden bu filmleri, Oscar töreninin getireceği minimal düzeydeki reklamdan medet umarak tören haftasına kadar bekleten dağıtımcılar, aslında daha fazla seyirci kaybediyorlar ama haberleri yok. Konuşturtmasınlar beni şimdi.

Kişisel olarak, sinemada izleme imkânım olan bütün filmleri sinemada izlemeye çalıştım; hem gösterim tarihlerini, hem de festivalleri takip ettim. Bütün bu iyi niyetime rağmen, gene de filmlerin büyük çoğunluğunu “malum ortamlardan” izlemek zorunda kalmış olmam, yerli dağıtımcıları düşündürtmeli.

Sonuçta bütün filmleri izlemeyi başardım, peki elime ne geçti? Hiçbir şey. İnternet çağının yetiştirdiği aşırı özgüvenli neslin bir meyvesi olarak; blogumda yazarcılık oynadım, önüme gelen filmi fütursuzca eleştirdim ve kendimi bir bok zannettim! Ama bu başka bir yazının konusu. Bugün son bir kez daha yazarcılık oynamak istiyorum.

Açıkçası bu sene, bana göre, son derece zayıf bir seneydi. Dokuz filmin yarıştığı En İyi Film kategorisinin büyük kısmı “yürek ısıtan / iyi hissettiren” ama boş filmlerle, kalan kısmı da bildiğin çok kötü filmlerle dolu (bazı istisnalar hariç).

Yarışta en şanslı görünen aday The Artist mesela. Sesli çekilmiş olsa beş para etmez nitelikteki hafif senaryosu, bütün filmin “sessiz sinema kültürüne saygı duruşu” fikrine dayandırıldığı, içeriğin hiç umursanmadığı izlenimini veriyor. “Zaten olayı buydu” diyenler de var ama bana göre ortaya çıkan sonuç “sevimli, ama daha fazlası değil”.

Veya oyunculuk kategorilerini dolduran The Help. Bu film yüreğinizi ısıtmaya o kadar kararlı ki, bunu yaparken hangi sterotipleri gözümüze soktuğunu umursamıyor. Oscarlar’ın bayıldığı ırkçılık konusunu son derece karikatürize edilmiş karakterlerle anlatan film, evet bir bütün olarak kötü değil belki, ama çok değil birkaç ay sonra unutulup gidecek.

Hugo masalsı anlatımı ve büyüleyici görselliği ile ağzımızda güzel bir tat bıraktı belki ama, neye odaklandığı anlaşılmayan senaryosu yüzünden onu da içime sinerek destekleyemiyorum. (Bir çocuğun babasına duyduğu özlem? Bir genç kızın macera tutkusu? Bir sinema emektarının küskün geçen hayatı? Genel olarak sinema kültürü? Bu film hangisi hakkındaydı?)

Mazlum takımın büyük takımları yenerek zirveye ulaşmasını anlatan Moneyball, aynı konsepti kullanan Rocky ve diğer 78 milyon spor filminden herhalde farklılık olsun diye, mazlum takımın zirveye ulaştığını göstermiyor bile… ve sanırım gene de tatmin olmamızı bekliyor. Manipülatif olmaktan özenle kaçınan, gerçekçi senaryosuyla, genel olarak En İyi Film kategorisinin iyilerinden olduğunu düşünsem de, burada da kalıcı bir malzeme yok.

The Descendants ve Extremely Loud & Incredibly Close hakkında bir şey söylemek istemiyorum. Zira gereksiz yere kabalaşabilirim ve şu anda göründüğümden daha fazla ukala görünmek istemiyorum! İlki hakkında blogumda bayağı bir giydirmiştim zaten. Belki öbürü hakkında da içimdeki tiksintiyi kusacağım bir yazı yazarım sonra.

Geriye, “kazansa mutlu olurum” diyebileceğim 3 aday kalıyor. Midnight In Paris, The Tree of Life ve War Horse. Üçü de seyirciye karşı dürüst ve kendi içinde tutarlı filmler. Midnight In Paris’i “ait olamama” ve “kaçış” temalarını böylesine sevimli biçimde işlemeyi başardığı için, The Tree of Life’ı dünyadaki yerimizi, yaşamdaki amacımızı sorgulamaya ittiği için ve nefes kesici duruluğu için, War Horse’u da saf ve hakiki bir “epik masal” olmaktan başka hiçbir şeye özenmediği için sevdim.

Ama bu üç filmin de yarışta herhangi bir şansı yok. Pazartesi sabahı 6’da “En İyi Film” olarak The Artist’in adı okunduğunda “çok saçma yeaaa” diyeceğim, War Horse’un hakkı yendi” diyeceğim, “daha da izlemem Oscar törenini” diyeceğim. Diyeceğim de diyeceğim. Hepimiz diyeceğiz. Bloglar ve sözlükler buna benzer yorumlarla dolup taşacak.

İşte bu noktada, bir adım geriye çekilip, “Kimin umurunda?” dememiz gerekiyor. Yapmamız gereken şey, (sizin zevkinizin başkalarının zevkiyle her zaman uyuşmayabileceği gerçeğini kabul etmek dışında,) Akademi’nin zaten aslında asla “En İyi”yi ödüllendirmediğini anlamak.

Oscar “En İyi”ye değil, “En İyi Kampanya Sahibi”ne verilen bir ödüldür.

Bir adayın ödül alabilmesi için yalnızca iyi bir film veya iyi bir performans yetmez. Ödül alan her işin arkasında milyon dolarlar harcanan büyük bir kampanya vardır. Oy kullanan Akademi üyelerine özel gösterimler, yemekler, söyleşiler ve çok daha fazlasını kapsayan, muazzam bir pazarlama rüzgârını arkanıza almadan ödül kazanamazsınız. Hatta çoğunlukla bu da yetmez. Aday olarak bir hikâyeniz olmalı. “Ödüle 20 kere aday olup hiç alamayan usta yönetmen”, “önceden hakkı yenmiş emektar oyuncu”, “sıra dışı bir dramatik rolle kendi kalıplarını kıran kadın komedi oyuncusu” gibi, Akademi üyelerinin mutlu sona ulaştırmaktan rahatsız olmayacağı bir hikâyeniz yoksa hiç umutlanmayın yani.

Gene de tatmin olmadınız mı? Hala “bu haksızlığa” anlam veremiyor musunuz?

O zaman şunu da ekleyelim: Akademi dediğimiz şey, %94’ü beyaz Amerikalılardan oluşan, %77’si erkek, %54’ü 60 yaşın üzerinde (yaş ortalaması 62), son derece homojen, hantal ve yaşlı bir grup insan. Referans sistemiyle üye kabul eden bu grubun içinde, Madonna, Beyoncé, Adam Sandler ve Bradley Cooper gibi isimler varken, mesela bir Woody Allen ve George Lucas bu üyeler arasında değil. Zaten kimin Oscar kazanacağına karar veren bu insanların %64’ü bırakın Oscar kazanmayı, Oscar’a aday bile olamamış insanlar

Özetlemek gerekirse… Oscar ödülü bir prestij, ama asla bir hüküm mercii değil. “En İyi”yi sadece siz, kendiniz seçebilirsiniz. Bu sürecin bize tek katkısı, özel bir spot ışığı tutulan bu şanslı filmleri tanımak, yorumlamak ve paylaşmak olabilir ancak.

Sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder