6 Ocak 2012 Cuma

Sinema: The Ides of March


Amerikan başkanlık seçimleri, “Amerikan” olan her şey gibi, büyük ve gösterişlidir. Renkli kampanyalar, kurcalanan geçmişler, ortaya çıkan skandallar, her eyalette ayrı ayrı düzenlenen önseçimler, bütün adayların yüz yüze gelip tartıştığı münazaralar, birtakım ünlü kanaat önderlerinin destek açıklamaları falan derken; asıl seçilen şeyin ne olduğu unutulur. Amerikalılar bu “demokrasi şöleni” ile gaza gelir ve uyutulurlar, değişen bir şey olmaz, aynı süreç 4 yıl sonra yeniden tekrarlanır.

2012 Amerika için bir seçim yılı. George Clooney’nin bu iyi zamanlanmış filmi, ele aldığı “başkanlık yarışının perde arkasında dönen gizli oyunlar” konusunu baştan sona soğuk bir ciddiyetle işleyen, iyi bir politik gerilim. Üstelik Amerikan seçim sistemi hakkında hiçbir şey bilmeyen seyirciyi de memnun edebilecek düzeyde sürükleyici.

Elbette, çoğu “x’in gerçek yüzü / perde arkası” filminde olduğu gibi, bu filmde de bir ukalalık, kendini beğenmişlik duygusu hakim. “Yaa, böyle sanıyordunuz ama, aslında böyle!” demeye doyamayan yönetmenler, bütün bir filmi bu anlar üzerine kurmaya çalışınca bu duyguyu alıyorum ben. Rahatsız oluyorum! The Ides of March’ın yönetmen koltuğundaki George Clooney de bu anları bol bol kullanmış, ama neyse ki filmini bunun üzerine kurmamış.

Filmin merkezinde, kimsenin masum olmadığı siyaset dünyasında, doğru olanı yapmak için çabalayan genç kampanya yöneticisi Stephen var (Ryan Gosling). Bu kirli dünya, onu da kendine benzetmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Başarıyor da. Ama film bildiğiniz türden bir “karanlık tarafa geçiş” hikâyesi değil: Filmin sonunda, Stephen’ın aslında en başından itibaren zaten karanlık tarafta olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, kimsenin masum olmadığı bu dünyada, masum görünenler de masum değil.

Basit bir “iyi / kötü” mücadelesi değil bu: “Kötü”nün “kötü”ye karşı mücadelesi.

Kaybeden taraf ise, “iyi” vatandaş oluyor. Çoğunlukla olduğu gibi, “kötü”ler bir şekilde yolunu buluyor.

The Ides of March, fazla didaktik olmamak adına, merkeze insani hikâyeler yerleştirerek aktarıyor bu mesajı. Senaryoda bizim bugünkü siyasi tablomuza da uyan, alıntı yapılası birçok söz var (“İnsanların saygısını kazanmanın en kolay yolu, onları hissettikleri şeyin korku değil sevgi olduğuna inandırmaktır.”) Ortaya çıkan film, seyirciyi “iyi ahlak” üzerine düşünmeye zorluyor.

George Clooney basit ve risksiz bir yönetmenlik tercih etmiş; ortaya çıkan iş temiz, ama hiçbir şekilde heyecan verici değil. (En azından, bu sene yönetmenliğe heves eden bir diğer aktör Tom Hanks’in felaket/iğrenç/korkunç/rezalet filmi Larry Crowne’dan yüz milyon kat daha iyi olduğunu söyleyebilirim!)

Film için de aynı şey söylenebilir: Çok temiz iş, ama heyecan verici değil.


10 üzerinden 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder