29 Ekim 2011 Cumartesi

Filmekimi 2011: The Artist


Filmekimi haftasının bitmesine birkaç gün kala, bir filme daha niyetlendim. Bir gece önceden Biletix’e girip baktım, elbette yer kalmamıştı. Ertesi gün okuldayken şansımı gene denedim, tekrar Biletix’e baktım; ve o da ne! Bilet vardı! Hem de yan yana iki bilet bile vardı! Hemen ikisini de aldım.

Önceki üç filme de arkadaş grubumla gittiğim için, “nasılsa içlerinden biri bu filme de gelir” diye düşünerek, kimseye sormadan almıştım ikinci bileti.

İçlerinden bir tanesini arayıp sordum.

“Filmekimi’ne iki bilet daha buldum, gelir misin?”

“Yaa, hangi film?”

“Şey, işte, siyah-beyaz sinema dönemini anlatan – ”

“Yarın meşgulüm!”

ÇAT! Telefonu kapatma efekti.

Gidip başka bir arkadaşıma sordum.

The Artist’e iki bilet buldum!”

“Artist mi? Hangi film o?”

“Süper bir Fransız filmi – ”

“Yarın sınavım var!”

ÇAT! Kapıyı kapatma efekti.

Bir başkasına sordum.

“İşte The Artist diye bir film, sessiz sinema kültürüne bir saygı duruşu – ”

ÇAT! Tokat efekti.

The Artist’e gelir misin?”

ÇAT! Terlik fırlatma efekti.

ÇAT! Kitabı kafama vurma efekti.

ÇAT! Uçan tekme efekti.

Hepsini yaşadım!

Meğer bir filmi anlatmak için “Sessiz, siyah-beyaz, ve Fransız!” sıfatlarını art arda kullandığınızda, kimseyi sizinle gelmeye ikna edemiyormuşsunuz!

Ağrıyan yanağım, sızlayan böğrüm ve kırık kalbimle eve doğru yürürken, düşünmeden edemedim: Popüler sinema kültürü bütün izleyicileri sadece büyük bütçeli modern filmlerden zevk alabilen ruhsuz robotlara mı dönüştürdü, yoksa ben mi bütün arkadaşlarımı yanlış seçtim?

Ya da aslında ben de arkadaşlarım gibiydim ama kendimi bu filmi görmeye zorlayarak “çakma entel” olmaya bir adım daha mı yaklaşıyordum?

Bilemiyorum. Bildiğim şey şu: “1920’li yılların sonunda sessiz sinema devri kapanmış, yeni ve heyecan verici sesli filmler bütün izleyicileri etkisi altına almıştır. Sessiz sinemanın bir numaralı jönü George Valentin, neredeyse bir gecede gözden düşüşünü şaşkınlık ve öfkeyle karşılar ve kaybetmeye mahkûm olduğu bir mücadeleye girişir. Yardım en beklenmedik yerden gelecektir: Sesli sinemanın genç yıldızı Peppy Miller. Fransız yapımı The Artist, anlattığı dönemdeki filmler gibi sessiz ve siyah-beyaz çekildi.” şeklindeki satış sunumum, etrafımdaki hiçbir arkadaşımı ikna edemedi!

Filmi tek başıma izledikten sonra (diğer bileti gişe kuyruğunda tanımadığım birine sattım) en azından şunu söyleyebilirim ki; bu satış sunumu son derece yanıltıcıymış. The Artist kaygısız bir eğlence vaat eden, hikâyece seyrek bir senaryoyu stilize anlatımıyla yutturan, “cici” bir film.

“Cici” kelimesini seçerek kullandım. Çünkü evet, film sevilebilir karakterlere sahip. Evet, George Valentin harika bir “salon adamı” karikatürü. Evet, köpeği Jack muhtemelen dünyanın en yetenekli köpeği ve göründüğü bütün sahnelerde herkesten rol çalıyor. Evet, Peppy Miller’ın gerçek bir Hollywood starlet’i olduğuna inanmak çok kolay. Daha ne diyeyim, film eğlenceli film. Bütün salon kahkahalarla izledi desem yeridir. (Gelmediğinize pişman olun, hayırsızlar!)

Fakat… Belki de benimsediği sessiz film formatı yüzünden hikâyesinde asla derinleşemeyen film, bir noktadan sonra bütün yükünü bu üç karakterin sevimliliğine yüklüyor. Ve işte, olur da benim gibi “cici” kelimesindeki yapmacık tarafı fark ederseniz, film sarkmaya başlıyor. Sessiz film formatının gerektirdiği aşırı vurgulu oyunculuklar gözünüze batıyor. George Valentin rolündeki Fransız aktör Jean Dujardin, karakterinin yaşadığı değişimi sadece yüz ifadelerini kullanarak pekiyi yansıtıyor ama, her şey o kadar düz ki, oyuncunun üstün performansı bile tahmin edilebilir bir hale geliyor.

Belki de bu “düz” yapıyı bozmak için eklenmiş gibi görünen birkaç hayal sahnesi var. Bu sahnelerde, yönetmen bütün film boyunca azimle benimsediği “siyah-beyaz-sessiz” formatını bile isteye kırıyor. Filmini o dönemin filmlerine benzetmek için bu kadar emek harcayan bir yönetmenin, belli noktalarda durup “bakın, ben aslında buradayım!” demesi, seyirci için bir illüzyondan uyanma etkisi yaratıyor. O ana kadar sanki gerçekten de 1927 yapımı bir film izleyip samimi olarak keyif alan seyirci, araya serpiştirilmiş bu sahneleri görüp aslında hala 2011 yılında olduğunu fark edince anlıyor ki; iyi sinema zamansız sinemadır.

İyi sinema zamansız sinemadır…

Gerçekten de, Filmekimi 2011’de filmi izleyen kalabalık salonun kahkahaları, film içindeki filmi izleyen 1927 yılındaki kalabalık salonun kahkahalarıyla karışırken, bu gerçeği iliklerinize kadar hissediyor, tuhaf bir tatmin duygusu yaşıyorsunuz…

Bu filmi böyle kalabalık bir salonda izlemek, boş bir salonda veya evde tek başına izlemekten kesinlikle farklı; bambaşka bir deneyim, bir ayrıcalık. Filmekimi’nin aşırı hevesli seyircisi film bittiğinde yazıları alkışladığına göre, (ki yazıları alkışlamak hiç anlamadığım bir şeydir ve bence her zaman gergin bir tuhaflık yaratır!) önyargısız kitleleri memnun eden bir film var karşımızda.

Fakat gene de söylemeden duramıyorum: Yapımcı herhalde önce senaryoyu değil de, “siyah-beyaz sessiz film dönemine göndermelerle dolu bir film yapalım” fikrini bulmuş; sonra da bu formatta kolay anlatabileceği herhangi bir hikâyeyi seçmiş. Güzel ve büyük bir saksıyı, sulu ve gevşek bir toprakla doldurmuş. The Artist, bu saksıda yükselen bir çiçek gibi; bakması hoş, ama dayanıksız.

Hikâyeniz sağlam ve zengin değilse, orijinal anlatım tekniğiniz her şeyi kurtarabilir mi? Bu filmin önümüzdeki aylardaki başarısı, bu sorunun cevabını verecek.


10 üzerinden 7.5

18 Ekim 2011 Salı

Filmekimi 2011: Contagion


Felaket filmlerini başarılı ya da başarısız yapan şey, filmin o felaketi nasıl sattığıdır. Meydana gelen felaketin inandırıcılığı ne kadar yüksekse, seyirci filme kendini o kadar çok kaptırır; en iyi felaket filmi, seyircisine “ya ben de orada olsaydım?” diye sordurtandır.

Bu türdeki pek çok film, seyircisini uzaylı saldırısı, nükleer saldırı, düşen göktaşı, düşen uçak, batan gemi, raydan çıkan tren, patlayan volkan, yutan tsunami ve hatta küresel ısınma gibi fantastik (?!) öğelerle etkilemeye çalışır. Bu saydıklarımın hepsi gerçekleşmesi son derece mümkün şeylerdir (belki küresel ısınma hariç, hah!), fakat bizim gibi sıkıcı hayatlar yaşayan sıradan seyirciler için bir hayli uzak görünürler.

Steven Soderbergh’in son filmi Contagion’ı etkileyici kılan şey, sattığı felaketin, bizim gibi sıradan seyircilerin sıkıcı yaşamına tek bir dokunuş, tek bir nefes kadar yakın olması.

Çok hızlı yayılan, kısa sürede tüm dünyayı tesiri altına alan, son derece bulaşıcı ve öldürücü bir salgın hastalığın toplum üzerindeki etkisini, sakat bir dağılımla seçtiği farklı bireyler üzerinden anlatıyor film.

Tespit edilen ilk vaka olan Gwyneth Paltrow, gittiği Uzakdoğu gezisinde kaptığı hastalığı Amerika kıtasına taşıyor. Eşi Matt Damon, karısının ölümüyle yıkılıyor yıkılmasına ama, hastalığın karısından kimlere yayıldığı ile ilgili yapılan soruşturmanın sonucunda öğreneceği büyük bir sürpriz var: Karısının sadakatsizliği. Bir yandan bu gerçekle hesaplaşan, bir yandan da büyümekte olan genç kızının sorunlarıyla uğraşan Damon’ın karakteri, böyle bir felaketin getirebileceği bireysel ve insani sorunları inceleyen tek karakter. Zengin kadronun geri kalanı, bu çaptaki bir felaketin toplumda yaratacağı infiali yansıtabilmek adına piyon olarak kullanılıyorlar. Elbette hepsinin kişisel sorunları ve hikâyeleri var. Fakat bu hikâyeler neredeyse fazla gerçekçi, fazla doğal hikâyeler; anlatılış biçimleri, belki de Soderbergh’in hedeflediği gibi, belgeselden farksız. Evet, büyük resme çok iyi hizmet ediyorlar, ama filmin sonunda seyircinin aklında kalan tek hikâye, Matt Damon’ın canlandırdığı karakter ve onun ailesinin kişisel dramı oluyor.

Ölümünün ardından sadakatsizliği ortaya çıkan eş hikâyesi, bana fazlasıyla Defne Joy Foster’ı hatırlattı bu arada. Ne yaptığını öğrensen bile, karşında bağıracağın, öfkeleneceğin, hesap soracağın kimse bulamadığında, elinde kalan mutlu hatıralara tutunmaktan başka yapabileceğin bir şey var mı? Kaybettiğin kişiyi her zaman bildiğin imajıyla mı yaşatacaksın hafızanda, yoksa yeni öğrendiğin imajıyla mı? Film bu sorulara ucundan da olsa dokunuyor. Ergenliğini felaket günlerinde yaşadığı için bunalıma giren genç kızın bencil/şımarık tavırları ise sinirlerimi bozdu, hiç girmiyorum. Matt Damon iyiydi ama.

Hastalığı araştıran ve aşısını geliştiren ekipten Laurence Fishburne, Kate Winslet, Jennifer Ehle ve Marion Cotillard da, dediğim gibi, büyük resme iyi hizmet ediyorlar. Fakat Matt Damon’dan sonra, seyircide insani bir merak uyandıran ikinci karakter Jude Law’ın karakteri oluyor. Jude Law’ın karakteri sivri kalemli bir blogger. Günümüzün sosyal medya düzeninde, gerçek bilginin ve kulaktan dolma söylentinin yayılma hızını, veya internetin oluşturacağı yeni kahramanları anlatmadan modern bir felaket filmi çekmek olmazdı zaten. Hastalığın oluşturduğu büyük tehdidi hükümetten önce fark eden Law, “gerçekleri saklayan hükümet karşısında, hakikati sızdırmaktan korkmayan dürüstlüğün sesi” olarak kısa sürede milyonlarca kişinin desteğini topluyor. Belki de söylememe gerek yok ama, burada bariz bir Julian Assange portresi çiziliyor. Assange gibi, oldukça hassas bir çizgide yürüyor bu karakter. İnandığı şeyi söyleme ve söyledikleri ile kitleleri yönlendirme gücü var. Peki, doğruları konuşabildiği için mi milyonlarca destekçisi var, yoksa destekçileri sayesinde mi konuşuyor? Özgürlük savaşçısı mı, yoksa özgürlük taciri mi? Jude Law’ın Contagion’da çizdiği internet devrimcisi portresi, bu sorunun iki yanıtına da göz kırpan davranışlar sergiliyor.

Film bittiğinde, festivalde gösterilen diğer filmlere nazaran çok da kalabalık olmayan salondan çıkarken (filmin bu hafta bütün salonlarda gösterime girecek olması yüzünden olabilir), bir haftadır sinir bozucu bir öksürükle boğuşan arkadaşım yine öksürdü. Derhal iki adım geriye çekildim; yooo, savaşmadan gitmeyecektim, okulda, otobüste, hiçbir şeye dokunmayacaktım bundan sonra! Bu delilik halini iki dakika içinde üzerinden attım neyse ki, ama titizlik hastası seyircilerin kesinlikle bu filmi izlememesi gerekiyor. Ciddiyim. Bir film için “bu filme gitmeyin” diyen eleştirmenlerden nefret ederim ama, bu kez, belli bir kitle için bile olsa, bunu demek zorundayım; mikrop fobisi ve takıntıları olan izleyiciler bu filmden uzak dursun. Çünkü Soderbergh yüzleri çok iyi tanınan, yıldız oyuncular kullanmasına rağmen bir belgesel kadar gerçekçi, hatta gereğinden fazla gerçekçi bir film çekmiş.


10 üzerinden 7

16 Ekim 2011 Pazar

Filmekimi 2011: A Dangerous Method


***Spoiler içerebilir.***


Diğer ülkelerde de yapılan bir şey mi bilmiyorum; ama yabancı filmler Türkiye’ye getirilirken özenle ısrar edilen bir uygulama var: Filmin adını “aptallaştırmak”… Hadi “aptallaştırmak” demeyelim de, “ticarileştirmek” diyelim. Eğer bir film romantizm içeriyorsa ve kadınlara pazarlanıyorsa, filmin Türkçe çevirisinde muhakkak “aşk” sözcüğü geçmelidir (“Pride and Prejudice” – “Aşk ve Gurur”! “Notting Hill” – “Aşk Engel Tanımaz”! “Sweet November” – “Kasım’da Aşk Başkadır”! “No Reservations” – “Aşk Tarifi”!). Eğer filmde erotizm varsa ve gençlere pazarlanıyorsa “seks” (“Cruel Intentions” – “Seks Oyunları”!), eğer gerilim varsa “ölümcül” (“Snakes on a Plane” – “Ölümcül Kargo”!), hatta eğer dağıtımcı şirket yaratıcı bir günündeyse aklınıza gelebilecek her şey – ama neredeyse asla filmin adının Türkçe’deki tam karşılığı değil. Bu özgür çeviriler arasındaki favorim, 1985’te Madonna’nın o sıralar yeni patlayan şöhretini gişe başarısına dönüştürmeye çalışan cingöz bir stüdyonun, başrolünü ünlü şarkıcıya verdiği “Desperately Seeking Susan” filmidir: Türkçesi, “Çılgın Madonna”! (söylemeye gerek yok ama, filmde Madonna’nın canlandırdığı karakterin adı Madonna değildi.)

Dağıtımcı şirketlerin filmleri olabildiğince geniş bir kitleye pazarlamak için bunu tercih ettiğini, kimi İngilizce deyimlerin birebir çevirisinin zor olduğunu veya bir film adı olarak “şık” durmadığını anlıyorum. Ancak yukarıdaki örneklere benzeyen bazı Türkçe çeviriler, sanki “Filmin adında ‘aşk’ yoksa Türk izleyicisi o filmin romantik film olduğunu anlamaz” gibi kompleksli bir anlayışın ürünüymüş gibi hissettiriyor.

David Cronenberg’in yeni filmi A Dangerous Method da benzer bir mantığa kurban gitmiş: Filmin adı “Tehlikeli İlişki” oluvermiş! (Dağıtımcı şirket “Heyyy Türk izleyicisi, bakın bu filmde ilişki var ona göreee!” demek istemiş herhalde.)

Filmin Filmekimi’ndeki ikinci gösterimine katılım yoğundu. Gerçi elbette, arkasında ünlü isimler taşıyan ve etrafında ödül söylentileri dolaşan filmlerin tamamı kapalı gişe oynuyor Filmekimi’nde. Aynı sayıda filmle bir yerine iki haftalık bir festival düzenlense, eminim aynı filmler gene kapalı gişe oynardı ve herkes rahat rahat alırdı biletini; ama bilet satışları salonların kirasını karşılamıyor herhalde. İKSV, bütün Lale Kart sahiplerinden beşer lira daha toplasa bu parayı bulurdu belki? Kaç kişinin kartı var hiçbir fikrim yok ama Lalecilerin ön sipariş sürecinde kapattığı gösterimleri düşündükçe sanki bu öneri mümkünmüş gibi geliyor. (Gerçi böyle bir durumda ikinci haftanın bütün gösterimlerini de Lale Kart’lılar doldururlar ve biz sıradan insanlar için hiçbir şey fark etmezdi.)

Filme dönelim. A Dangerous Method, yönetmen David Cronenberg’in 2000’lerdeki diğer işlerinin yanında belki biraz ham kalan, belki olması gerekenden daha geveze, fakat buna rağmen işleyen, tahrik edici bir film.

Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda açılan filmde, genç ve heyecanlı psikiyatr Carl Jung, bastırılmış cinsel dürtülerinden belirgin bir şekilde muzdarip genç ve güzel Sabina Spielrein’ı, üstat Sigmund Freud’un o yıllarda yeni yeni geliştirdiği psikanaliz yöntemini kullanarak başarıyla tedavi ettiğinde, Freud’a duyduğu mesleki hayranlık daha da artar. Freud’un veliahdı olarak görülen psikiyatr Otto Gross’un (Vincent Cassel) hem mesleki anlamda, hem de özel hayatında “yoldan çıkıp” sahneden çekilmesiyle, Jung kendini Freud’un kanatları altında bulur; ikili birbirlerinin evine girip çıkar, aileleriyle tanışır ve beraber seyahat ederler. Freud’un insan davranışlarının temelinin cinsellikten geldiğini savunan görüşleri, Jung’un cinselliğin insan motivasyonunun birçok öğesinden yalnızca biri olduğunu savunan fikirleri ile çelişse de, Jung sesini çıkarmaz.

Ama sonra, Otto Gross’un içinde bulunduğu durumu görürüz. Otto dünya ile tanışmıştır. Özgür ruhlu, nefsine düşkün, rahat biri olmuştur. Freud’un cinsellikle ilgili saplantıları olduğunu düşünmektedir ve ona duyduğu saygıyı yitirmiştir. Carl Jung’un Otto Gross ile tanışmasının, Sabina’nın ilan-ı aşkı ile aynı zamana denk gelmesi, filmin dönüm noktası olur: Jung, baba figürü olarak gördüğü Freud ile köprülerini atıp Sabina ile beraber adeta cinselliğini yeniden keşfeder.

Sonrasında bu ilişkiyi bitirdiğinde anlar ki, Sabina’ya sahip olmak onu Freud karşısında üstün kılmayacaktır. Vicdanını keşfeden Jung, ailesine ve çocuklarına geri döner; ama genç ve heyecanlı psikiyatr olarak değil, içine kapanık bir yetişkin olarak.

Filmdeki “tehlikeli ilişki”, evli ve çocuklu Carl ile hastası Sabina arasındaki ilişki değil. Filmdeki “tehlikeli ilişki”, ustasının yeteneğini sorgulamaya başlayan çırak Carl Jung, onu tetikleyen küskün psikanalist Otto Gross, zeki ama sabit görüşlü Sigmund Freud arasındaki üçlü ilişki. İd, ego ve süper-ego. (Bu filme bu adı layık gören dağıtımcı şirketin bunu düşündüğünü sanmıyorum!)

Bu hikayenin tanıdık bir kalıba oturabildiğini fark ettiğinizde ise, film bambaşka, adeta ironik bir anlam kazanıyor. O kalıp, Freud’un psikoseksüel gelişim kuramından başkası değil!

Freud’un “bütün davranışların kaynağı cinselliktir” fikrine katılmayan Jung, hayat hikayesinin baştan sona Freud’un psikoseksüel gelişim kuramını takip ederek anlatılabildiğini görseydi, ne kadar kızardı acaba?

Hatırlayalım, Freud’un psikoseksüel gelişim kuramı 5 fazdan oluşur: Oral dönem, anal dönem, fallik dönem, latens dönem ve genital dönem.

Genç Jung, daha ilk yıllardan itibaren Freud’un cinsellik saplantısını eleştirse bile, ses çıkarmıyor, pasif kalıyor; kendi karşıt görüşleri olmasına rağmen (baba figürü olarak gördüğü) Freud’un elini bırakamıyor: Oral dönem (oral fiksasyon). “İd” rolünü oynayan Otto’nun manipülasyonuna boyun eğen Jung, zevkine düşkün, kaygısız birine dönüşüyor: Anal dönem (anal dışavurum). Jung, Sabina ile daha önce hiç tatmadığı cinsel zevkleri keşfederken, neredeyse eşzamanlı biçimde, Freud’un teorisinde doğru bulmadığı tarafları dile getirecek, onunla köprüleri atacak gücü de buluyor: Fallik dönem (Oedipus kompleksi). Sabina ile kurduğu ilişkinin yanlış temellere atıldığını fark ettiğinde, geriye utanç ve suçluluk duygusu kalıyor; genç bir doktor, yetişkin bir adama dönüşüyor: Latens dönem. Ömrünün geri kalanını ise, kendini baba figüründen soyutlayarak, ona Freud’dan bağımsız bir ün kazandıracak kuramlarını yazarak geçiriyor: Genital dönem.

Freud’un bu kuramına tanıdık değilseniz, bu dönemleri ve kavramları önce birazcık araştırın. Sonra da başta konuyu özetlediğim o üç paragrafı bir de bu gözle okuyun veya filmi böyle izleyin. Kesinlikle etkileyici!

Yani anlayacağınız, hem yapısal, hem de görsel olarak (film boyunca çeşitli fallik ve yonik imgeler için gözünüzü dört açın) son derece Freudyen bir film var kaşımızda.

Ama hikaye, gene de Jung ve Spielrein’ın hikayesi. Michael Fassbender ve Keira Knightley, inandırıcı oyunculuklarıyla bu karakterlerin yüzeysel görünen motivasyonlarını ikna edici kılıyorlar. Freud rolündeki Viggo Mortensen de, belki Eastern Promises’teki kadar değil ama, gene çok iyi.

Yapısı üzerinde belli ki çok kafa yorulmuş bu filmin kötü yanı, kerametini belli etmek için çok sabırsız olması. Jung’un Sabina ve Freud’la olan ilişkileri arasındaki paralellikleri keşfetmek, bütün filme hâkim olan cinsellik tartışmasına katılmak gibi keyifli işleri seyirciye bırakamıyor sanki; her şeyi kendi yapmak istiyor. Haliyle bir noktada yorucu hale geliyor.

Ama yanılmayın: Sembollerle yüklü, üzerinde sıkı çalışılmış ve iyi oynanmış bir film var karşımızda. Hem içeriğin, hem de anlatımın tek bir öğe etrafında kurulduğu; DNA’sında tartışma ve sorgulama yatan bir film. Kısacası David Cronenberg, A History of Violence’ta şiddet için yaptığını, bu filmde cinsellik için yapmış.


10 üzerinden 7.5

10 Ekim 2011 Pazartesi

Filmekimi 2011: Sleeping Beauty


Film festivallerini pek severim. Eşe dosta “Tanrım inanmıyorum ne kadar da entelektüel bi insanım!” demenin en ucuz yoludur! Ama işte bunu bilen tek kişi ben değilim elbette. Özellikle reklamı yapılan, büyük sponsorlu festivaller şehrimizin bütün “entellerini” birbirine düşürür her sene. Biletler adeta kapışılır, geniş dağıtıma girse boş salonlara oynayacak filmler kapalı gişe oynar.

Bu noktada bir paragraf açıp belirtmek isterim ki, festival izleyicisini küçük görmek gibi bir gaflet içinde değilim. Festival izleyicisine bayılırım. Festival izleyicisi, hangi sebeple bilet almış olursa olsun, ufku açık ve meraklı sinemaseverdir.

Filmekimi biletlerinin de kapış kapış gideceğini tahmin ediyorduk. Biletlerin satışa çıktığı sabah için planımız önceden hazırdı: Seçtiğimiz gösterimlerin yarısını ben, yarısını da arkadaşım alacaktı; böylece aynı anda iki koldan saldıracak, biletler tükenmeden istediğimiz bütün filmleri görebilecektik, nihohahaha!

El ele verip bizim kusursuz planımızı (!) bozan iki faktör oldu: Lale Kart ve Biletix! (Cumartesi sabahı yatağımdan kalkıp gişeye gidecek kadar azimli bir sinemasever değilim.) Lale Kart olayını makul karşılayabilirim, sonuçta bu izleyiciler parasını ödeyip özel bir kulübe dahil olmuşlar. Gerçi Melancholia’nın (Lars von Trier! Cannes ödüllü! Aman kaçırmayalım!) bütün gösterimlerinin bu kulübün tanışma toplantısı olarak geçecek olmasından memnunlar mı, sormak isterim!

Ama Biletix’i affetmeyeceğim! Koltuk seçmek mümkün değil; “Sistem sizin için en uygun koltuğu otomatik olarak seçecektir” mesajı ise, sistemin “uygun koltuk” algısının “sinema salonunun en önü” olduğunu öğrendiğinizde absürt bir anlam kazanıyor. Bileti teslim almak için koydukları bin bir farklı şarttan bahsetmeyeceğim bile, ama siz gene de muhtardan ikametgah belgelerinizi alın bir köşede dursun, bunların yarın öbür gün ne isteyeceği belli olmaz!

Sonuçta önceden belirlediğimiz dört filmin üçüne, tamamı en ön sıradan olmak üzere bilet alabildik! Sanırım “buna da şükür” demeliyim: Cumartesi günü Nişantaşı City’s’deki Sleeping Beauty gösteriminde salona giremeyen bir hanımefendinin öfkeli argümanları, neredeyse hiç müzik kullanılmayan sessiz mi sessiz, durağan mı durağan filmimizin açılış sahnelerine bir nebze olsun heyecan getirdi.

Keşke aynı heyecan, filmin devamında da olsaydı!

Beni yanlış anlamayın; sessiz ve durağan filmlerle bir sorunum yok, sığ bir izleyici değilim. Fakat böyle filmlerdeki durağan sahneler, bu anlara yüklediğiniz anlam kadar etkileyicidir. Sleeping Beauty, iyi kullandığı soğuk estetik anlayışına ve minimalizm fikrine hiçbir şey yüklemeyen, kendini fazla ciddiye alıp bu iddianın altında ezilen mutsuz bir film.

Hikaye genç üniversite öğrencisi Lucy’yi anlatıyor. Lucy’nin paraya ihtiyacı var. Çok paraya ihtiyacı var. Ne kadar çok paraya ihtiyacı var? O kadar çok paraya ihtiyacı var ki; tıbbi bir çalışmada denek, bir öğrenci barında garson, bir işyeri ofisinde fotokopici, bazı gecelerde de fahişe olarak çalışmasına rağmen, gene de daha çok paraya ihtiyacı var. (Veya yok! Bir sahnede bir işten aldığı paranın yarısını çakmakla yakarken görülüyor! Neden? İncelenmiyor.) İşte bu sebepten ötürü, gazeteden bulduğu yüksek maaşlı “birinci sınıf seks köleliği” işi tam da Lucy’ye göre! Bu alandaki kariyerine “süper zengin kodamanlara çıplak yemek servisi yapmak” ile başlayan Lucy, kısa sürede terfi ediyor ve ilaçla uyutulmuş bedenini, aynı zengin kodamanlara gecelik olarak kiralamaya başlıyor! (“Her şey serbest ama penetrasyon yok!”) Bol bol Lucy rolündeki Emily Browning’in çıplak vücudunu izliyoruz. (Bunun filmi izlemek için yeterli bir sebep olduğunu düşünüyorsanız, “açmayın dedeler!” demek istiyorum; zira sözünü ettiğim zengin yaşlı kodamanlar da çıplak!) Bu Lucy’nin bir de hasta arkadaşı var. Bu kişiliğin filmdeki fonksiyonu neydi gerçekten bilmiyorum!

Bu kadar. Üstteki paragrafı okuduysanız filmde olan her şeyi öğrendiniz! Aynı hikayeyi daha güzel incelese aslında çok şey anlatabilecek olan film, yönetmenin estetik merakı ve “uzun ve anlamsız sahneleri arka arkaya koyarsam bir şey anlatıyormuş gibi görünürüm” yanılgısı yüzünden, çok az şey soran ve hiçbirine cevap vermeyen bir kamera egzersizine dönüşüyor. Belirgin hiçbir motivasyonu olmayan karakterler, filme dahil olmanızı engelliyor ve uzaktan bakmaya zorluyor. Lucy’ye acımıyorsunuz bile. Filmin sonunda anlıyorsunuz ki, filmin adındaki “uyuyan güzel”, bu filme bütün iyi niyetinizle gelip karşınızda son derece boş ve uyku getirici bir auteur özentisi bulan kendinizsiniz. Geçmiş olsun!


10 üzerinden 2