12 Temmuz 2011 Salı

Sinema: Harry Potter



İlk Harry Potter kitabını 1999 yılında okumuş, özel bir şeyle karşı karşıya olduğumu hemen anlamıştım.

Söylememe gerek yok herhalde ama Harry Potter benim gençliğimi yiyen şeydir!

Hayatımda Harry Potter olmayaydı belki şimdi kendi romanlarını basmış bir yazar, kendi icadının patentini almış bir mucit, ne bileyim, olimpiyatlarda yarışmış en genç Türk eskrimcisi falan olabilirdim! Harry Potter zamanımı ve hayalgücümü öyle bir ele geçirdi ki, şu anda kendisini bu kadar çok sevmekten nefret ediyorum, bu da böyle bir manyaklık işte.

Birazdan son Harry Potter filmini izleyeceğim. Pottermore falan derken J. K. Rowling bizi yemeye devam edecek muhtemelen ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak tabii. Çocukluğum bugün sona erecek.

Son filme hazırlanırken bütün filmleri oturup bir daha izledim ve ufak notlar aldım...



Harry Potter and the Philosopher’s Stone (2001)


Serinin en çocuksu filmi, fakat bunu kötü anlamda söylemiyorum. Felsefe Taşı, seriye tam da ihtiyacı olan başlangıcı sağlıyordu: Hayatta hiçbir şeye sahip olmayan bir çocuğun, kendi gerçekliğinden kaçarak mucizelerle dolu bir dünyaya adım atışı… Kimi zaman meraklı, kimi zaman şaşkın. Harry hayatında ilk kez kendi sesini bulurken; tüm zamanların en başarılı film serisi de ihtiyacı olan gizemli tonu çok iyi yakalıyordu. Hatırladığınızdan çok daha iyi. Sonrasında gelen onlarca amatörce çekilmiş ve kötü tasarlanmış fantastik uyarlamaları düşünürsek, Potter hayranları gerçekten çok şanslıydı.



Harry Potter and the Chamber of Secrets (2002)


Devam filmlerinin kaçınılmaz “daha karanlık!” vaadinden nasiplenen ikinci film, birinci filmden daha profesyonel, ama sanki daha soğuk. Şahsen benim en sevdiğim kitaptır Sırlar Odası, kısalığına rağmen bütün detayları mükemmel bir biçimde verir ve olay örgüsü olağanüstü sıkı işlenmiştir. Film bu sıkı olay örgüsünü elinden geldiğince aktarmaya çalışıyor, fakat kullanmak zorunda olduğu “blockbuster” sinema dili, kitapta yaşadığım “vay anasını!” duygusunu yaşamama izin vermiyor (kitabı okurken, her şeyin açıklandığı son bölümlerde bütün kitap boyunca okuduğunuz ufak detaylar bir araya geliyor ve aklınızı uçuruyordu!) Lucius Malfoy rolünde Jason Isaacs ve pek özlediğim Gilderoy Lockhart rolünde Kenneth Branagh çok iyi – serinin oyuncu seçimi konusundaki uzmanlığının bir işareti. Ayrıca son rolünü oynayan Richard Harris’in Dumbledore’unu o kadar özlüyorum ki.



Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004)


Baştan söyleyeyim: Serinin en iyi filmi. Yönetmen Alfonso Cuarón, ilk iki filmin nispeten aydınlık renk paletinden kurtulup, seriye (sonraki yönetmenlerin de sahip çıktığı) “daha karanlık ve yetişkin” bir atmosfer yediriyor. Ama bunu yaparken filmin sihrini ve çocuksuluğunu öldürmüyor; melankolik fakat dinamik bir dil yakalıyor. Başrol oyuncuları sanki ilk kez kendilerini oynuyorlar, kendi seslerini bulmuşlar; fakat gene de kafamızda yarattığımız Harry-Ron-Hermione’den farksızlar. Zaman bükücü-sürprizli son ise, nerdeyse kitaptan bile daha eğlenceli. Yeni hocalar David Thewlis ve Emma Thompson (Remus Lupin ve Sybill Trelawney) çok iyi, fakat yeni Dumbledore Michael Gambon, sinir bozucu ve anlamsız asabiyetinin ilk işaretlerini bu filmde gösteriyor.



Harry Potter and the Goblet of Fire (2005)

Baştan söyleyeyim: Serinin en kötü filmi. Nerden başlasam ki? Herkes ilk 3 filmde oturtulan ve alışıp sevdiğimiz karakterlerinden farklı davranıyor. “Sakin güç” diye bildiğimiz Dumbledore’un etrafındakileri bir sopayla dövmediği kalıyor. Harry bir noktada kendisine gösterilen ilgi ve tezahüratlardan zevk alır hale geliyor, daha fazlasını istiyor. Ron sebebi doğru düzgün verilmeden, kıskançlık tripleri atan genç ve gergin bir ergene dönüşüyor. Çok sevdiğimiz yan konulara güya zaman kalmıyor (Hermione’nin evcini hareketi, Quidditch Dünya Kupası) ama turnuvanın aksiyon sahnelerine bol bol vakit bulunuyor. Olup biten hiçbir şeyin doğru düzgün bir açıklaması da verilmiyor. Rita Skeeter’ın, Barty Crouch’un oradaki fonksiyonları ne, Harry ve Voldemort’un asası neden birbirine karşı çalışmıyor, ve daha bir sürü şey… Son sahnelerde Dumbledore Harry’yi odasında ziyaret ettiğinde “hah, şimdi her şey açıklanacak” diyorsunuz ama yoo, Dumbledore “önemli olan sevgidir” ayarında şeyler söyleyip gidiyor. Çekimler ve sinematografi de bir önceki filme göre pek bir amatör. Off, yemin ediyorum yazdıkça daha da tiksindim.


Harry Potter and the Order of the Phoenix (2007)


Bu filmin ve bundan sonraki bütün filmlerin yönetmeni David Yates, seriye ihtiyacı olan ciddiyet ve gerçekliği kazandırdığı için övülür genelde; fakat kendisini aynı sebeplerden dolayı eleştirmek de lazım: Yates, Harry Potter filmlerinden sihir ve büyüyü çıkaran kişidir. Kitapların giderek bir politik dramaya dönüşmesi ve ağırlaşması bunu gerektiriyordu belki, evet, bu anlamda yönetmen iyi bir iş çıkarmış bile denilebilir; fakat acaba daha farklı olabilir miydi diye düşünmeden edemiyorum. Zümrüdüanka Yoldaşlığı benim seride en az sevdiğim kitaptır. Diğer bütün kitapların başını ve sonunu birbirine bağlayan sağlam bir olay örgüsü varken, bu kitap sanki “Voldemort geri döndü, bakalım şimdi neler olacak”tan ibaret gibidir. Film, bu dağınık malzemeden bir mesaj çıkarmayı başarıyor: “Yalnız hareket etme; birlikten kuvvet doğar.” Sırf bu açıdan bile bu filmi başarılı buluyorum. Sirius’un oldu bittiye getirilen ölümünü bile unutmaya hazırım. Umbridge rolündeki Imelda Staunton da çok iyiydi zaten. Ne diyeyim, bundan iyisi can sağlığı.



Harry Potter and the Half-Blood Prince (2009)


Sanırım Azkaban’dan sonra en sevdiğim ikinci film. Hortkulukları, Melez Prens’in gerçek kimliğini ve bunun gibi önemli detayları çok sakar ve şaşkın bir biçimde verse de; ben bu filmin ritmini seviyorum: “Dışarıdaki karanlık büyüse bile, hayat devam ediyor” mesajını bu ritim sayesinde çok iyi aktarıyor. Bruno Delbonnel’in enfes sinematografi çalışması filme ihtiyacı olan sihri yeniden üflüyor adeta. Melez Prens, Dumbledore’a hüzünlü bir veda mektubu gibi gelir bana; Dumbledore ilk kez bu kadar konuşkan ve dobradır, onun yüceliğine ve yalnızlığına en çok bu kitapta şahit oluruz. Film de aynı duyguyu vermeye çalışmış fakat Sirius’un ölümü gibi, Dumbledore’un ölüm sahnesi de o kadar dandik ki, neredeyse bir çuval incir berbat edilmiş. Horace Slughorn rolünde Jim Broadbent hayal ettiğimden uzak bir portre çizmiş ama gene de etkileyiciydi.



Harry Potter and the Deathly Hallows – Part 1 (2010)

Sanırım en sevdiğim üçüncü film. İlk altı filmin seyirciyi alıştırdığı “Harry Potter Privet Drive’dan olaylı bir şekilde ayrılır – okula gider – okulda yeni hocalarla tanışır – gizemli olaylar olur – gizemli olay epik bir yüzleşme ile çözülür – okul biter” kalıbını silip atan bu film, ağır temposu yüzünden eleştirilere maruz kalmıştı ama ben tam da bu yüzden sevmiştim: Kitabın büyük kısmı da zaten kocaman ve çaresiz bir bekleyiş halini anlatıyordu. Umutsuzluk ve korkuyu bir araya getiren ve bunu seyirciye aktarmayı başaran aksiyon sahneleri ve 10 yıldır bu seriyle büyümüş bir jenerasyon için taşıdığı duygusal yük için bile, “Amaan, afacan büyücünün maceraları değil mi bunlar, çocuk filmi” diyen alaycı insanların bu filmin DVD kutusuyla dövülmesi gerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder