21 Şubat 2011 Pazartesi

Sinema: The King's Speech


***İster istemez spoiler içerir.***


“Oscar yemi” nedir bilir misiniz?

Tamamen stüdyolara prestij kazandırmak ve ödül toplamak amaçlı çekilmiş olan, kitlesel sinema izleyicisinin köşe bucak kaçındığı filmler “Oscar yemi” dediğimiz filmlerdir. Peki bir Oscar yemi izlediğinizi nasıl anlarsınız? İşte en büyük ipuçları: Tarihi gerçek olaylar (tercihen İngiliz Kraliyet Ailesi’ni içermelidir), roman/tiyatro uyarlamaları, ilham verici gerçek yaşamöyküleri, II. Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı, her çeşit ırkçılık, bütün engelleri aşan engelli karakter, çirkin karakter (oynayan oyuncunun normalde çok güzel olması gereklidir!), deli ve şizofren karakter, eşcinsellik ve beraberinde gelen “kalabalıklar içinde yalnızlık”, çok çalışma ve eğitimle en dipten zirveye ulaşan boksör/şarkıcı/yazar, fakir zenciler, Kate Winslet…

Açık konuşalım, bu yılın en büyük Oscar adayı The King’s Speech’te yukarıdakilerden birçoğu mevcut! Fakat 2010 yapımı The King’s Speech, “Oscar yemi” kavramının bilincinde olan seçici sinema seyircisinin yumuşak karnını ortaya çıkaran, sihirli bir yapıt: İtiraf edelim ki, iyi ve zekice yapıldığında, Oscar yemlerine hepimiz bayılıyoruz.

Buradaki anahtar sözcük “zekice”… Yukarıda verdiğimiz listenin tüm maddelerine “tik” ata ata ilerleyen, seyirciyi aptal yerine koyan filmler daha önce tartışmalı kararlarla Oscarlar’da boy göstermedi değil. Geçen seneki The Blind Side (kendisine inanan beyaz aile sayesinde hayatı değişen fakir zenci) ve şok edici bir kararla Brokeback Mountain’ın hak ettiği En İyi Film Oscar’ına uzanan Crash (“uuu, ırkçılık her yerde!”) ilk akla gelenler. Böyle filmlerin yarattığı “kötü” şöhret yüzünden, sinemaya sadece yüksek bütçeli “blockbuster” filmi izlemek için giden, afişinde “Oscar Adayı” yazan filmlerden itinayla kaçınan milyonlarca insan var.

Oysaki “Oscar adayı film eşittir sıkıcı film” etiketi ile Akademi’ye büyük bir haksızlık ediliyor. Kâğıt üzerinde “ilham verici boksör filmi” olarak görünen Million Dollar Baby hâlbuki ne kadar yakıcı ve şiirsel bir filmdi… “Hırsları ile yaşayan bir adamın ebedi yalnızlığa mahkûm oluşu” There Will Be Blood, Daniel Day-Lewis’in kanımızı donduran performansı ile akıllardan çıkmayacak bir sinema başyapıtıydı… Adeta gerçek bir savaş belgeseli kurgusunda ilerleyişi ile geçen senenin galibi The Hurt Locker’ın “Oscar yemi” ile ne ilgisi vardı?

Gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, The King’s Speech de zihinlerdeki bu kötü algıyı silebilecek türden bir “Oscar filmi”…

İngiliz tahtının ikinci veliahtı Prens Albert (Colin Firth), çocukluğundan beri kekeleme sorunundan muzdariptir. Babası Kral 5. George’un ilerleyen hastalığı ve ağabeyi Prens Edward’ın sorumsuz davranışları yüzünden istemediği halde hızla tahta doğru sürüklenen Albert, kendisine gün geçtikçe daha ağır bir yük olan konuşma probleminden kurtulmak için eşinin (Helena Bonham Carter) bulduğu yeni bir konuşma terapisti ile görüşmeye başlar. Terapist Lionel Logue (Geoffrey Rush), kendine has tavırları ve tartışmalı teknikleriyle, Albert’in “kendi sesini bulmasına” yardımcı olacaktır…

Evet, kâğıt üzerinde “fiziksel engelini azimli bir çalışma ve sevgiyle aşmayı başaran gerçek tarihi figürün ilham verici yaşam hikâyesi” gibi duran senaryo, neyse ki şişede durduğu gibi durmuyor… Benim ilk kez bu filmle tanıştığım yönetmen Tom Hooper, seyirciyi bir an olsun aptal yerine koymuyor. Bu filmde bize “ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini söyleyen” dramatik diyalog ve müzikler yok. Kimse defalarca “uuu, meğerse tek ihtiyacı sevgiymiş!” demiyor. Her şey rahatça, kasmadan, adeta önünüzde yaşanıyor…

Aslında zaten filmin konusu yüzeysel biçimde yazıldığı gibi “engelleri aşmak” falan da değil.

Filmin konusu, birbirinden çok farklı iki adamın hayatlarında ihtiyaç duydukları her şeyi birbirlerinin yoldaşlığında bulması. Otoriter ve güçlü bir babanın gölgesi altında, olabilecek en disiplinli ve sert ortamda büyüyen Albert, bastırdığı öfkeyi, ezilmişliği, komplekslerini ve ömrü boyunca çektiği arkadaş özlemini Lionel ile dışa vuruyor. Aynı şekilde, elinde olmayan sebeplerden ötürü en büyük hayalleri kendisinden çalınmış olan, daha büyük ve anlamlı bir hayatın özlemini çeken Lionel, aradığı tatmini Albert’ın başarısı ile buluyor.

Rengini son yarım saate kadar belli etmeyen film (İlham verici? Düşündürücü?), o noktaya kadar meraklı bir yolculuğa çıkardığı seyircisini, muhteşem bir son perde ile ödüllendiriyor. (O noktaya gelmeden filmi izlemeyi bırakan seyirci filmi hiç memnun kalmazdı mesela, çünkü o yarım saat her şeyi o kadar güzel bir araya getiriyor ki.) Tüyleri diken diken eden son sekansta, Beethoven’ın “duyma” yeteneğini kaybetme sürecinde yazdığı Yedinci Senfoni’si eşliğinde, Kral 6. George kendi “sesini” buluyor…

Film, bu duygusal tatminin ötesinde gerçek bir görsel tatmin de sunuyor. Sıra dışı kadrajları ve karakterlerini çoğunlukla kamera ile sohbet ettirmesi ile senenin en farklı “görünen” filmi. Çizilen atmosfer adeta büyülü… Savaşın eşiğindeki Londra’nın iç karartıcı havası ve sisi adeta evlere ve saraylara sızıyor.

Colin Firth, bir an olsun komiğe kaçmayan kekelemesi ve Albert’in çocukluğundan beri omzunda taşıdığı psikolojik yükü kusursuzca yansıtan performansıyla “artık benim de Oscar zamanım gelmedi mi?” diyor. Geoffrey Rush, en kilit sahnelerde sadece surat ifadesiyle yılın en akılda kalıcı oyunlarından birini oynuyor. Helena Bonham Carter ise koşulsuz desteğini bir an olsun esirgemeyen cefakâr eş rolüne kendi yorumunu katıyor, çok da iyi yapıyor; kolay ve küçük gibi gözüken bir rolde, minik nüanslar ve mimiklerle nasıl devleşilir onu öğretiyor. 5 dakika görünüp kaybolan Michael Gambon, az perde süresine rağmen unutulmayacak bir monolog bırakıyor akıllarda.

Çok iyi oyunculuklar, gerçek ama masalsı bir atmosfer ve belki de yılın duygusal açıdan en tatmin eden filmi, The King’s Speech. Aksayan yönü yok değil. Dediğim gibi, bu film kademe kademe açılan bir film ve olayın “kalbini” oluşturan son perdeye gelmeden tam anlamıyla konunun içine giremiyorsunuz. (Bu sebepten, ikinci izleyişte daha da güzelleşiyor.)

Bir buçuk ay öncesine kadar En İyi Film yarışını önde götüren The Social Network’ü alt edecek daha iyi bir film olamazdı: Daha samimi, daha doyurucu ve kendi sesine daha çok güvenen… Eğer bir hafta sonra beklendiği gibi büyük ödülü The King’s Speech kucaklarsa gerçekten mutlu olduğum ender yıllardan biri olacak.

10 üzerinden 9,5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder