27 Şubat 2011 Pazar

Sinema: 2010 Oscar Tahminleri




Her Şeyden Anlayan Adam’ın Son Dakika Oscar Tahminleri:


En İyi Film

Ne olacak?: The King’s Speech

Tartışmaya lüzum yok. The King’s Speech %99 ihtimalle büyük ödülü alıyor. %1’lik ihtimalse sezonun başında yakaladığı rüzgarı son 2 ayda kaybeden The Social Network’e ait. Çeşitli yorum sitelerinde “Inception kazanmazsa ortalığı dağıtırım”, “Black Swan olmayacaksa Akademi bi daha ödül vermesin” diyen heyecanlı arkadaşlar sinir krizi geçirmeye hazır olsunlar çünkü başta saydığım iki film dışındaki filmlerin kazanma ihtimali yok. Bildiğin “yok” yani, “mümkün değil” ve ötesi falan. Hani şimdiden söylemiş olayım…

Ne olmasını isterdim?: Toy Story 3

Bu sene izlediğim hiçbir film beni Toy Story 3’ten daha fazla etkileyemedi. Heyecan, sevinç, üzüntü her şey bir arada; üstelik boş bir film de değil, büyümek ve sevdiklerimizi kaybetmek üzerine naif bir film. Filmin yapımcılarının da söylediği gibi, Toy Story 3 yılın en iyi eleştiriler alan filmi ve aynı zamanda yılın en çok izlenen filmi; Pixar bu kombinasyonla Oscar alamazsa ne zaman alacak? 2. tercihim The King’s Speech, 3. tercihim ise senenin en soğuk fakat en yakıcı filmi Winter’s Bone olurdu.


En İyi Yönetmen:

Ne olacak?: Tom Hooper, The King’s Speech

Burada tartışılabilir. David Fincher ve The Social Network’ün eli bu kategoride daha güçlü. Sebep? 1) “David Fincher yıllardır Oscar bekliyor” hikayesi, 2) The Social Network’ün yapısal olarak daha fazla yönetmenlik mahareti gerektiren bir film olması. Oran vermem gerekirse %60 Hooper %40 Fincher derdim ve paramı The King’s Speech’e yatırıyorum.

Ne olmasını isterdim?: Tom Hooper, The King’s Speech


En İyi Erkek Oyuncu:

Ne olacak?:

Colin Firth, The King’s Speech

Adam oynamış arkadaş… Oyuncunun en iyi performansı olduğunu düşünmeseniz bile klasik “Colin Firth yıllardır Oscar bekliyor” bahanesi burada da geçerli, tıpkı geçen seneki Jeff Bridges gibi.

Ne olmasını isterdim?: Colin Firth, The King’s Speech


En İyi Kadın Oyuncu:

Ne olacak?: Natalie Portman, Black Swan

“Ühhüü, Black Swan neden En İyi Film’i alamadııııı!!!” diye sızlanacak arkadaşları bu kategori teselli etsin. Heykelcik %99 Portman’ı bekliyor. %1 ihtimalse Annette Bening’in.

Ne olmasını isterdim?: Annette Bening, The Kids Are All Right

Bu sene bu kategori o kadar güçlü ki… Hatta öyle ki (sevgili Black Swan hayranları, üzgünüm ama) aday 5 oyuncu arasında Natalie Portman son tercihim olurdu. Mükemmel olmayan hayatını mükemmelmiş gibi yaşamak isteyen kontrol delisi anne rolünde olabildiğince minimal bir oyun sergileyen Annette Bening, iyi oyunculuk için illa çılgın fiziksel değişimlere ihtiyaç duyulmadığının gerçek kanıtı. 2. tercihim Rabbit Hole ile Nicole Kidman (“Bu botox manyağı kadını daha kaç kez aday yapacaklar!” diye kendi kendine köpüren yorumcu arkadaşlar ya bu filmi izlememişler ya da bambaşka bir sinema anlayışına sahipler), 3. tercihim ise Winter’s Bone ile genç oyuncu Jennifer Lawrence.


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:

Ne olacak?: Christian Bale, The Fighter

Bale’in bu sene ödülü kaçırması mümkün değilmiş gibi görünüyor. Gene de temkinli olalım ve %1’lik ihtimal dilimini The King’s Speech ile Geoffrey Rush’a verelim.

Ne olmasını isterdim?: Geoffrey Rush, The King’s Speech

Hakkını yemeyelim, Christian Bale cidden sağlam iş çıkarmış ama “yakın tarihten gerçek bir figürü oynamak”, “rol için çirkinleşip acayip fiziksel değişimlere gitmek” gibi Oscar yemleri benim tercihimi daha abartısız oynayan Rush’a itiyor.



En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:

Ne olacak?: Melissa Leo, The Fighter

Bu kategori de en az En İyi Kadın Oyuncu kategorisi kadar güçlü… Şimdiye kadarki çoğu ödülü toplayan Melissa Leo heykelciğe en yakın isim, ama The King’s Speech’ten Helena Bonham Carter ve True Grit’ten Hailee Steinfeld’in de adı geçmiyor değil. Oran versem %70 Melissa Leo, %20 Helena Bonham Carter ve %10 Hailee Steinfeld derdim, ama bilin ki sırf güvenli bir tahmin olsun diye böyle diyorum, Melissa Leo bence tahmin ettiğimizden daha garanti.

Ne olmasını isterdim?: Hailee Steinfeld, True Grit

Aslında Melissa Leo’dan da memnunum ama Steinfeld oynadığı filmi adeta sırtlıyor, Jeff Bridges, Matt Damon ve Josh Brolin gibi hepsi deneyimli oyunculardan resmen rol çalıyor. Animal Kingdom ve Jacki Weaver’ı maalesef kimse izlemedi sanırım, o da kazansa mutlu olurdum ama galiba adaylık onun için en büyük ödül oldu.


En İyi Orijinal Senaryo:

Ne olacak?: David Seidler, The King’s Speech

Bu kategori açıklandığında da “Ama Inceptionnnn!!!!!” sızlanması yankılanacak bütün dünyada; ama üzgünüm, The King’s Speech ödüle daha yakın. Inception itirazcılarının anlaması gereken nokta, Akademi’nin ödül verdiği şeyin “orijinal fikir” değil, “iyi işlenmiş, iyi diyalog yazılmış, tematik yapısı iyi oturmuş senaryo” olduğu. (Akademi Inception’ı eli boş yollamayalım” mantığıyla hareket ederse diye %10 ihtimal veriyorum ama.)

Ne olmasını isterdim?: David Seidler, The King’s Speech


En İyi Uyarlama Senaryo:

Ne olacak?: Aaron Sorkin, The Social Network

Başka bir ihtimal düşünmek zor. Bütün eleştirmenlerin sene başından beri “Oyyyşşş harika bir senaryo!” diye kendinden geçtiği filmin eli bu kategoride hala güçlü.

Ne olmasını isterdim?: Michael Arndt, John Lasseter, Andrew Stanton ve Lee Unkrich, Toy Story 3

Makine gibi tıkır tıkır işliyor ama buna rağmen o mekanik ritmi hissettirmiyor. Ödül kazanamasa bile kalbimdeki yerini asla kaybetmeyecek.




Herkese iyi Oscarlar...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Sinema: The King's Speech


***İster istemez spoiler içerir.***


“Oscar yemi” nedir bilir misiniz?

Tamamen stüdyolara prestij kazandırmak ve ödül toplamak amaçlı çekilmiş olan, kitlesel sinema izleyicisinin köşe bucak kaçındığı filmler “Oscar yemi” dediğimiz filmlerdir. Peki bir Oscar yemi izlediğinizi nasıl anlarsınız? İşte en büyük ipuçları: Tarihi gerçek olaylar (tercihen İngiliz Kraliyet Ailesi’ni içermelidir), roman/tiyatro uyarlamaları, ilham verici gerçek yaşamöyküleri, II. Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı, her çeşit ırkçılık, bütün engelleri aşan engelli karakter, çirkin karakter (oynayan oyuncunun normalde çok güzel olması gereklidir!), deli ve şizofren karakter, eşcinsellik ve beraberinde gelen “kalabalıklar içinde yalnızlık”, çok çalışma ve eğitimle en dipten zirveye ulaşan boksör/şarkıcı/yazar, fakir zenciler, Kate Winslet…

Açık konuşalım, bu yılın en büyük Oscar adayı The King’s Speech’te yukarıdakilerden birçoğu mevcut! Fakat 2010 yapımı The King’s Speech, “Oscar yemi” kavramının bilincinde olan seçici sinema seyircisinin yumuşak karnını ortaya çıkaran, sihirli bir yapıt: İtiraf edelim ki, iyi ve zekice yapıldığında, Oscar yemlerine hepimiz bayılıyoruz.

Buradaki anahtar sözcük “zekice”… Yukarıda verdiğimiz listenin tüm maddelerine “tik” ata ata ilerleyen, seyirciyi aptal yerine koyan filmler daha önce tartışmalı kararlarla Oscarlar’da boy göstermedi değil. Geçen seneki The Blind Side (kendisine inanan beyaz aile sayesinde hayatı değişen fakir zenci) ve şok edici bir kararla Brokeback Mountain’ın hak ettiği En İyi Film Oscar’ına uzanan Crash (“uuu, ırkçılık her yerde!”) ilk akla gelenler. Böyle filmlerin yarattığı “kötü” şöhret yüzünden, sinemaya sadece yüksek bütçeli “blockbuster” filmi izlemek için giden, afişinde “Oscar Adayı” yazan filmlerden itinayla kaçınan milyonlarca insan var.

Oysaki “Oscar adayı film eşittir sıkıcı film” etiketi ile Akademi’ye büyük bir haksızlık ediliyor. Kâğıt üzerinde “ilham verici boksör filmi” olarak görünen Million Dollar Baby hâlbuki ne kadar yakıcı ve şiirsel bir filmdi… “Hırsları ile yaşayan bir adamın ebedi yalnızlığa mahkûm oluşu” There Will Be Blood, Daniel Day-Lewis’in kanımızı donduran performansı ile akıllardan çıkmayacak bir sinema başyapıtıydı… Adeta gerçek bir savaş belgeseli kurgusunda ilerleyişi ile geçen senenin galibi The Hurt Locker’ın “Oscar yemi” ile ne ilgisi vardı?

Gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, The King’s Speech de zihinlerdeki bu kötü algıyı silebilecek türden bir “Oscar filmi”…

İngiliz tahtının ikinci veliahtı Prens Albert (Colin Firth), çocukluğundan beri kekeleme sorunundan muzdariptir. Babası Kral 5. George’un ilerleyen hastalığı ve ağabeyi Prens Edward’ın sorumsuz davranışları yüzünden istemediği halde hızla tahta doğru sürüklenen Albert, kendisine gün geçtikçe daha ağır bir yük olan konuşma probleminden kurtulmak için eşinin (Helena Bonham Carter) bulduğu yeni bir konuşma terapisti ile görüşmeye başlar. Terapist Lionel Logue (Geoffrey Rush), kendine has tavırları ve tartışmalı teknikleriyle, Albert’in “kendi sesini bulmasına” yardımcı olacaktır…

Evet, kâğıt üzerinde “fiziksel engelini azimli bir çalışma ve sevgiyle aşmayı başaran gerçek tarihi figürün ilham verici yaşam hikâyesi” gibi duran senaryo, neyse ki şişede durduğu gibi durmuyor… Benim ilk kez bu filmle tanıştığım yönetmen Tom Hooper, seyirciyi bir an olsun aptal yerine koymuyor. Bu filmde bize “ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini söyleyen” dramatik diyalog ve müzikler yok. Kimse defalarca “uuu, meğerse tek ihtiyacı sevgiymiş!” demiyor. Her şey rahatça, kasmadan, adeta önünüzde yaşanıyor…

Aslında zaten filmin konusu yüzeysel biçimde yazıldığı gibi “engelleri aşmak” falan da değil.

Filmin konusu, birbirinden çok farklı iki adamın hayatlarında ihtiyaç duydukları her şeyi birbirlerinin yoldaşlığında bulması. Otoriter ve güçlü bir babanın gölgesi altında, olabilecek en disiplinli ve sert ortamda büyüyen Albert, bastırdığı öfkeyi, ezilmişliği, komplekslerini ve ömrü boyunca çektiği arkadaş özlemini Lionel ile dışa vuruyor. Aynı şekilde, elinde olmayan sebeplerden ötürü en büyük hayalleri kendisinden çalınmış olan, daha büyük ve anlamlı bir hayatın özlemini çeken Lionel, aradığı tatmini Albert’ın başarısı ile buluyor.

Rengini son yarım saate kadar belli etmeyen film (İlham verici? Düşündürücü?), o noktaya kadar meraklı bir yolculuğa çıkardığı seyircisini, muhteşem bir son perde ile ödüllendiriyor. (O noktaya gelmeden filmi izlemeyi bırakan seyirci filmi hiç memnun kalmazdı mesela, çünkü o yarım saat her şeyi o kadar güzel bir araya getiriyor ki.) Tüyleri diken diken eden son sekansta, Beethoven’ın “duyma” yeteneğini kaybetme sürecinde yazdığı Yedinci Senfoni’si eşliğinde, Kral 6. George kendi “sesini” buluyor…

Film, bu duygusal tatminin ötesinde gerçek bir görsel tatmin de sunuyor. Sıra dışı kadrajları ve karakterlerini çoğunlukla kamera ile sohbet ettirmesi ile senenin en farklı “görünen” filmi. Çizilen atmosfer adeta büyülü… Savaşın eşiğindeki Londra’nın iç karartıcı havası ve sisi adeta evlere ve saraylara sızıyor.

Colin Firth, bir an olsun komiğe kaçmayan kekelemesi ve Albert’in çocukluğundan beri omzunda taşıdığı psikolojik yükü kusursuzca yansıtan performansıyla “artık benim de Oscar zamanım gelmedi mi?” diyor. Geoffrey Rush, en kilit sahnelerde sadece surat ifadesiyle yılın en akılda kalıcı oyunlarından birini oynuyor. Helena Bonham Carter ise koşulsuz desteğini bir an olsun esirgemeyen cefakâr eş rolüne kendi yorumunu katıyor, çok da iyi yapıyor; kolay ve küçük gibi gözüken bir rolde, minik nüanslar ve mimiklerle nasıl devleşilir onu öğretiyor. 5 dakika görünüp kaybolan Michael Gambon, az perde süresine rağmen unutulmayacak bir monolog bırakıyor akıllarda.

Çok iyi oyunculuklar, gerçek ama masalsı bir atmosfer ve belki de yılın duygusal açıdan en tatmin eden filmi, The King’s Speech. Aksayan yönü yok değil. Dediğim gibi, bu film kademe kademe açılan bir film ve olayın “kalbini” oluşturan son perdeye gelmeden tam anlamıyla konunun içine giremiyorsunuz. (Bu sebepten, ikinci izleyişte daha da güzelleşiyor.)

Bir buçuk ay öncesine kadar En İyi Film yarışını önde götüren The Social Network’ü alt edecek daha iyi bir film olamazdı: Daha samimi, daha doyurucu ve kendi sesine daha çok güvenen… Eğer bir hafta sonra beklendiği gibi büyük ödülü The King’s Speech kucaklarsa gerçekten mutlu olduğum ender yıllardan biri olacak.

10 üzerinden 9,5

15 Şubat 2011 Salı

Sinema: Tron: Legacy


2008 Oscar Ödül Töreni’nde Tina Fey ve Steve Martin En İyi Senaryo ödüllerini vermek için sahneye geldiklerinde şöyle demişlerdi: “Senaryonun önemi çok büyüktür, çünkü her büyük film güzel bir senaryo fikri ile başlar… Ya da güzel bir poster fikri ile!”

“Posteri etkileyiciyse gelen olur nasılsa, çekelim biz bu filmi aga!” diyen Hollywood yapımcısı olur mu demeyin! Gerçi tabii iş “poster” ile bitmiyor… Büyük stüdyolar çekecekleri filmleri senaryosuna, yönetmenine göre değil, yaptırdıkları pazar araştırmalarının sonuçlarına göre karar veriyorlar. Biz bu filmi hangi hedef kitleye pazarlarız? Hedeflediğimiz kitleye hangi kanallar aracılığı ile ulaşabiliriz? Devam filmi ve yan ürün potansiyeli var mı?

Tron: Legacy filmini çekmeye karar veren stüdyo bu kararı nasıl vermiş olabilir sizce; güzel bir senaryo bulduğu için mi, yoksa kârlı bir yatırım fırsatı bulduğu için mi? “Bu kaynak materyal ile kendi içinde tutarlı ve tatmin edici bir iş çıkarabiliriz” mi demişlerdir, yoksa “1982 yapımı ilk film Tron’u izleyen nostalji severler de gelir, 3 boyutlu sinemaya ilgi duyan genç seyirciler de gelir, oyuncağını çıkarırız, bilgisayar oyununu yaparız, üstüne devam filmini de çekeriz, ohhhh missss, gelsin multibilyon dolarlık franchise!!!” mı demişlerdir?

Bütün işaretlerin ikinci seçeneği göstermesine rağmen, olanca iyi niyetimle 2010 yapımı Tron: Legacy’yi seyretmeyi kabul ettim; belki özenmişlerdir, amaçları sadece kasaya girecek milyon dolarlar değildir, dedim… Sonuç? Gelen gişe bilgilerine göre Tron: Legacy yapımcı stüdyosu Walt Disney’yi üzmedi ama öyle çok acayip “kârlı bir yatırım” da olmadı; fakat bu, senaryosunun güzel olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü ÇOK KÖTÜ!

Off, hatırladıkça içimi sıkıntı basıyor yeminle! “İlk filmdeki sanal dünya Tron’un yaratıcısı Jeff Bridges bir gün ortadan kaybolur ve yıllar sonra oğlu onu ararken kendini Tron’da bulur” şeklinde özetlenebilecek senaryo, öyle kötü diyaloglar, öyle yersiz aksiyon sahneleri, öylesine anlamsız çelişkilerle dolu ki, bir noktadan sonra gülünç duruma düşüyor.

Düzeltiyorum. Film başından itibaren gülünç.

80’lerde yapıldığı belirtilen makinenin hala sapasağlam durması bir yana, bildiğin günümüz teknolojisiyle çalışıyor olması, tek bir lazerin insanları sanal dünyaya ışınlayabilmesi, bu çılgın deneyimi yaşayan karakterin kafayı yemeyi bırak, takriben 2 dakika sonra “Haaa, taam yau, kaptım olayı” havasına girmesi ve buna benzer daha birçok zorlama olay filmin ilk yarım saatinde gerçekleşiyor ve bizden sesimizi çıkarmadan ayak uydurmamız bekleniyor. (Karikatürize bir “bilgisayar ineği” rolünde 2 dakikalığına amaçsızca görünüp kaybolan Cillian Murphy’yi saymadım bile, kesin devam filminin ana kötüsü olur falan)

Peki ya bu ilk filmin “ana kötüsü” kim? Başroldeki Jeff Bridges’in gençliği. Yani genç Jeff Bridges. Tamamen bilgisayar yapımı bir Jeff Bridges. Off offf, çok ama çok fena yapılmış bir Jeff Bridges… Tam da hepimizin “CGI teknolojisi de ne kadar çok ilerledi, artık gerçek oyuncular yerine animasyon karakterler filmleri tamamen sırtlayabiliyor” dediğimiz bir dönemde, bu falsolarla dolu filmin belki de en büyük falsosu, son derece başarısız (ve ürkünç!) bir animasyon karakterin “ana kötü” olarak seyirciye yutturulma çabası… Genç/animasyon Jeff Bridges ağzını her açtığında “Ben gerçek değilim! Ben gerçek değilim!” diye bağırıyor ve –varsa– bütün konsantrasyonunuzu dağıtıyor.

Zaten oyunculuk namına özel bir şey yok, Jeff Bridges belli ki son 2 senedir Oscar adaylığı üstüne Oscar adaylığı aldığı küçük ama harika filmlerden sıkılmış, yüklü bir maaş çekinin peşinde bu parlak neon sirkin maymunu etmiş kendini; filmin seksi kızı Olivia Wilde’ın kendisinin bile hangi amaçla o kadroda olduğunu anladığını sanmıyorum, ama peki ya Michael Sheen? Ah Michael Sheen, vah Michael Sheen! İstediğin zaman çok komik, istediğin zaman çok ciddi olabiliyorsun, çok yönlü ve yükselen bir yıldız olma yolunda ilerliyorsun, ama neden para uğruna bu Twilight senin, bu Tron benim setten sete koşuyorsun a Michael Sheen?! Canlandırdığın “flamboyant”, eksantrik David Bowie/Johnny Depp çakması karakterde yaptığın maymunlukları izlerken yemin ediyorum ben utandım!

Bak dikkat ettiysen iyice sinirliyim şu noktada!

“Filmdeki mantıksızlıklar” ara başlığını kapatmıştım, oyunculukları da yerden yere vurduktan sonra son görüşümü yazıp eleştiriyi tamamlayacaktım ama yok, dayanamıyorum! Kendi iddialarına göre “en kıymetli varlıkları” olan disklerini, niye frizbi gibi oraya buraya rahatça atıp duruyorlar?! Dur bitmedi! Gerçek Jeff Bridges’in kötü adamlardan “saklandığı” yer, gizli olmayı geçtim, ışıl ışıl parlıyor yahu... Olivia Wilde bir ara “bizi buraya takip edemezler” falan diyor ama sonradan maşallah gelmeyen kalmıyor “gizli” eve…

“Niye bu kadar kafayı bozdun ki, bu film alt tarafı bir gişe filmi, senaryoyu bu kadar eşelemeye gerek yok, önemli olan şey efektler ve görsel yapı…” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ben makul bir adamım. Hangi filmi nasıl değerlendireceğimi bilirim. Nitekim bu filmin de görsel tasarımı başarılı, gerçi “Bakın, diğer herkes mavi renkli parlıyor, animasyon Jeff Bridges ise kırmızı renkli parlıyor, demek ki kötü adam o olmalı!” diyen sanat yönetimine bir parça kılım ama görsel tutarlılığı genel olarak beğendim. Ama her şey görsel efektle yürümüyor işte, vasat senaryo yetmiyormuş gibi filmin sonlarına doğru aksiyon ve merak dozu da düşüyor. Yani film, kendisini sadece bir “gişe filmi” olarak değerlendirsek bile sınıfta kalıyor. Son 15 dakikasında ara ara gözüm kapandı hatta! Gerçi gözümdeki ağır mı ağır 3D gözlüklerinin beni kendimden geçirmiş olabileceğini düşünüyorum, günün geri kalanında burnum sızım sızım sızladı zira!

Daha ne diyeyim? Tron: Legacy, prematüre doğmuş bir bebek gibi; senaryo ve karakterler üzerinde biraz daha çalışılsa yeni bir The Matrix, veya olayın eğlence ve aksiyon dozu daha iyi ayarlansa yeni bir Pirates of the Caribbean olabilirmiş… Fakat şu haliyle Prince of Persia bile olamamış.

10 üzerinden 2,5


Blogda sinema eleştirisi yazmaya başladığımdan beri sadece ciddi Oscar filmleri üzerine yazdım ama meğerse bu tür filmleri yazmak daha eğlenceliymiş…

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sinema: 127 Hours


127 Hours’ın ana karakteri “doğa tutkunu özgür ruh” Aron Ralston ile pek iyi anlaşamayacağımı, sadece şu anda yaptığım şeye bakarak bile söyleyebilirsiniz: Sıcacık evimde oturduğum yerden sinema üzerine ahkâm kesiyorum ve bu, haftamın en ilginç aktivitelerinden biri!

Tarafınızdan “düz adam” olarak etiketlenme riskini göze alarak; dağcılık olsun, tırmanma olsun, her türlü extreme sporu son derece anlamsız/gereksiz bulduğumu ve hiç hazzetmediğimi itiraf etmek istiyorum! Hayır arkadaşım derdin ne senin, soğukta karda kışta kıyamette kendini bin bir türlü tehlikeye atarak “Woow, bunun zevki anlatılmazzz, yaşanırrr!”cılık taslıyorsun?! Gündelik hayatın bu kadar mı sıkıcı, yaşamdan bu kadar mı bıktın ki, kendini “canlı” hissedebildiğin tek yer deniz seviyesinden 3000 metre yükseklikte kalınca bir halattan baş aşağı sallandığın yer oluyor?!

Son derece “şehirci” (ve normal kilosunun bir hayli üstünde!) biri olarak, hayattaki en büyük zevki işinden, ailesinden ve arkadaşlarından kaçarak dağda bayırda tek başına tırmanmak olan bir adamın hikâyesi beni ne kadar etkileyebilirdi ki?

Neyse ki, 127 Hours’ta göründüğünden çok daha fazlası var.

İçimdeki spor nefretini sebepsiz yere kustuktan sonra mutlulukla söyleyebilirim ki, 2010 yapımı 127 Hours’ın dağcılıkla tırmanmayla bir ilgisi yok. 127 Hours kader üzerine, dünyadaki yerimiz üzerine, yaşam sevinci üzerine bir film. Deneyimli bir sinemacının, yeni ve zorlayıcı bir meydan okumanın altından başarıyla kalktığına şahit olduğumuz bir film.

Yönetmen Danny Boyle (Trainspotting, Slumdog Millionaire) yeni filminde, Utah’taki Blue John Kanyonu’na bir hafta sonu kaçamağı düzenleyen özgür ruhlu dağcı Aron Ralston’un gerçek hikâyesini anlatıyor. Aron, bir anlık talihsizlik sonucu kanyondaki bir yarığa sıkışıyor ve hareket edemez duruma geliyor. Uğursuz gezisini nereye gideceğini kimseye söylemeden gerçekleştiren genç sporcu için hayatının en zor 127 saati böyle başlıyor…

Oscar ödüllü deneyimli yönetmen Danny Boyle, neredeyse tamamı tek mekânda tek karakterle geçen bu film ile kendi sinema pratiği açısından yeni denizlere yelken açmış olsa da, bildiğimiz dinamik anlatım stilini korumayı başarmış. İkiye, üçe bölünen kadrajlar ve ani plan geçişleri filmin ilk 15 dakikasında Aron’ın kabına sığmaz coşkusunu ve yaptığı şeyden aldığı büyük zevki, geri kalanında ise içinde bulunduğu umutsuz ruh halini mükemmel biçimde yansıtıyor. Aynı şekilde ilk 15 dakika boyunca arka plandaki kanyonun büyüklüğünü ve tekinsizliğini işaret eden kamera kullanımı (oyuncuların ufak karaltılar halinde kaldığı kadrajlar, kuşbakışı çekimler), filmin geri kalanında yerini Aron’ın mahsur kaldığı dar yarığı oldukça klostrofobik bir biçimde aktaran ve bunu oldukça yaratıcı çözümlerle başaran bir tekniğe bırakıyor. Geniş planlar yeniden kullanıldığında ise bunun sebebi Aron ve içinde sıkıştığı yarığın aslında bu kocaman dünyada minicik bir yer tuttuğunu vurgulamak oluyor.

Filmin asıl derdi de bu zaten. Bütün yaşantımız, davranışlarımız, yaptığımız şeyler dünyada hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sadece ve sadece kendimizi etkiliyor. Aldığımız kararlar ve bunların sonuçları şu anda bizi etkilemiyor gibi gözükse bile, hepsinin önemini anlayacağımız bir gün gelecek… Şimdi olmasa da gelecekte hepimizi içinde sıkıştırmayı bekleyen “dar bir yarık” var ve yaptığımız tercihlerin doğruluğunu hepimiz orada sıkıştığımız zaman anlayacağız… Bu kadar “hesap günü” imasına rağmen hala anlatamadıysam daha açık söyleyeyim: Evet, yalnız ve sevgisiz bir yaşamı tercih eden Aron ve kendisini sıkıştıran kaya parçasının hikâyesi, böyle okuduğumuzda gerçek bir dini filme dönüşüyor.

Fakat gözünüz korkmasın, 127 Hours kocaman bir “Hayatı düzgün yaşayın, yoksa öteki dünyada Tanrı’ya hesap veremezsiniz!”den ibaret değil; Aron’ın yaşama dört elle sarılmasındaki azim, içimizi yaşama sevinci ile dolduruyor, hayatın kıymetini anlamamızı sağlıyor ve film boyunca şahit olduğumuz onca talihsizliğe rağmen, evet, mutlu ediyor.

James Franco’nun aksamayan performansı ve Danny Boyle’un usta işi yönetimi ile, 127 Hours belki Slumdog Millionaire gibi gerçek bir zafer değil, fakat en az onun kadar ilham verici. Dikkatinizi çekerim, her anlamda ilham verici: Hem sinema açısından, hem de yaşamımız ve davranışlarımız açısından…

Son olarak, içimdeki “düz adamı” bir kere daha insan içine çıkarmak pahasına söylemeden geçemeyeceğim ki, üzgünüm Danny Boyle, belli ki ilk 15 dakikayı “bakın kampçılık ve tırmanma ne kadar eğlenceli, yapan kişiyi ne kadar mutlu ediyor!” dedirtmek için koymuşsun ama, bütün film boyunca Aron’a “Oh olsun, senin ne işin var ıssız tepelerde, müstahak sana!” diye çemkirmeme engel olamadın…

10 üzerinden 8