24 Ocak 2011 Pazartesi

Sinema: The Town


Bir yönetmenin hiçbir filmini izlemeden önyargı sahibi olmak için o yönetmenin ancak Ben Affleck gibi yüksek profilli bir Hollywood ünlüsü olması gerek galiba. Sinema kariyerine (kendisine En İyi Özgün Senaryo Oscar’ı getiren) Good Will Hunting ile başlayan Affleck, bir dizi Altın Ahududu ödüllü filmde (Armageddon, Daredevil, Gigli vs.) başrol oynayıp dünyanın en ünlü Latin güzeliyle oldukça ses getiren bir beraberlik (ve ayrılık) yaşadıktan sonra, her ne hikmetse genç yaşta intihar etmedi ve bu kez de yönetmenliğe el attı!

Bütün bunları kafanızdan sıyırıp atamıyorsanız, The Town’ın oldukça iyi yönetilmiş ve başarılı bir film olduğunu duymak şaşırtıcı gelebilir. Ama neden olmasın ki? Sakin ve soğukkanlı bir yönetmen, iyi oyuncular ve vasatın üstü bir senaryo ile The Town, “suç filmi” kategorisine eklenmiş güçlü bir halka.

Zaten bir çok filmde bir “suç şehri” olarak betimlenen Boston’ın en belalı mahallesi Charlestown’da geçiyor film. Dört çok eski arkadaştan oluşan “profesyonel” hırsızlık çetesi, son işlerinde (maskeli ve silahlı bir banka soygunu) polisten kaçarken bayan görevlilerden birini rehin alırlar. Bankacı Claire (Rebecca Hall) tehlike geçer geçmez serbest bırakılır, ama silahlı saldırının şokunu atlatamayan genç kadının psikolojisi darmadağın olur. Teselliyi yeni tanıştığı “mahallenin delikanlısı” Doug’da arayacaktır, fakat Doug’ın (Affleck) kendisini kaçıran çetenin elebaşı olduğundan haberi yoktur… Peşine düşen FBI ajanına (Jon Hamm) koz vermek istemeyen Doug, bir taraftan en yakın arkadaşı ve “iş ortağı” deli dolu Jem’i (Jeremy Renner) dizginlemeye çalışırken, diğer taraftan da Claire ile sahip olabileceği normal hayatın hayalini kurmaya başlar.

Konu olarak baktığımızda gerçekten orijinal bir şey yok. Sevdiği masum kadın için “kirli işlere” tövbe eden azılı suçlu, dünyada daha önemli hiçbir şey yokmuşçasına bütün hayatını tek bir suçluyu yakalamaya adamış idealist polis ve “suç filmi” kategorisinde arayabileceğiniz daha pek çok klişe durum ve karakter The Town’da mevcut. The Town’ı senenin diğer filmlerinden bir adım öne çıkaran şey ise, yönetmenin bütün bu klişe olabilecek senaryo öğelerini inandırıcı karakterlerle destekleyip bu öğeleri seyirciye hiçbir dayatmada bulunmadan, tamamen organik bir şekilde sunması. Şimdi “suç filmi” desek de hiçbir sahnesinde “suç filmi” olmaya çalışmayan, sadece ve sadece mahkûm edildikleri karanlık hayata ayak uydurmaya çalışan yalnız insanların öyküsünü anlatan bir film olması.

Bu bıçak sırtı yaşamda her şeyin seçimlerimizden ibaret olduğunu vurgulayan film, seyirciye bütün karakterleri ile empati kurma şansı tanıyor. Yıldızı her geçen gün daha da parlayan Rebecca Hall ve geçen sene The Hurt Locker’daki performansının tesadüf olmadığını kanıtlayan Jeremy Renner, oyunlarıyla filmin inandırıcılık dozunu daha da arttırıyorlar. Mad Men’in Jon Hamm’i filmin en silik karakteri olarak son derece unutulası bir oyunculuk sergiliyor. Gossip Girl’den Blake Lively ise filmin en büyük sürprizi, bir kapak kızından fazlası olduğunu cümle âleme duyurmuş oluyor.

Oyuncu olarak olmasa da yönetmen olarak The Town’a damgasını vuran Ben Affleck, bu sınavdan alnının akıyla çıkmış denebilir. 2006 yapımı Martin Scorsese şaheseri The Departed’ı bilenler ve sevenler bu filmde yeni veya daha heyecan verici bir şey bulamayacak, ve elbette The Departed’ın aksine The Town en fazla birkaç yıl içinde unutulup gidecek. Gene de The Town, basit senaryosuna ve gereğinden uzun tutulmuş süresiyle bile, kendi ayakları üzerinde durabilen sağlam bir film.

10 üzerinden 7

23 Ocak 2011 Pazar

Sinema: Rabbit Hole


Hollywood’da işler nasıl yürüyor bilmiyoruz tabii, fakat bazı oyuncuların kariyer kararlarına akıl sır erdirmek mümkün değil. Monster’s Ball ile Oscar kazandıktan sonra Hollywood’da istediği her rolü elde edebilecekken Halle Berry’ye Catwoman’ı seçtiren güç neydi? Million Dollar Baby ile oyunculuğun zirvesine çıkan Hilary Swank neden sonrasında The Reaping gibi klişe bir korku filminde oynamayı tercih etti?

Tabii ki ortada büyük bir sır yok, cevap ortada: Para! Oyunculara bir dizi ödül getiren bu harika filmler, dikkat ettiyseniz küçük bütçeli ve nispeten az kişinin gördüğü filmler. Ödül sezonunda bütün ödülleri silip süpüren oyuncunun önüne bin bir türlü yeni proje teklifi geliyor… Eleştirel başarıyı zaten fazlasıyla elde etmiş ama bunun maddi karşılığını tam olarak görememiş aç oyuncu da, gidip maaşı en yüksek olan rolü seçiyor!

Nicole Kidman da aynı hatadan muzdarip oyunculardan biri. 2000’lerin başında Moulin Rouge!, The Others ve The Hours gibi bir dizi hit film çeken oyuncu, 2000’lerin kalan yarısında gişede adeta gümleyen başarısız filmler (Bewitched, The Golden Compass) ve tartışmalı botox tercihleriyle gündeme geldi. Bir zamanlar “Hollywood’un en çok kazanan kadını” denen ünlü oyuncu, “acaba modası geçti mi, bitiyor mu” soruları ile karşı karşıya kaldı.

Eh, 2010 yapımı Rabbit Hole’u seyrettikten sonra bu sorunun cevabını rahatlıkla verebiliriz: Kocaman bir HAYIR. Hem yapımcılığını hem de başrolünü üstlendiği filmde Kidman olağanüstü bir performans sergiliyor ve “O giderek ifadesizleşen yüzüyle oyunculuk yapamaz, balondu söndü!” diyen yorumcuların yüzüne bir yumruk gibi iniyor.

Bir araba kazası sonucu minik oğullarını kaybeden Becca (Kidman) ve Howie (gene güçlü bir performansla Aaron Eckhart), kazanın üzerinden 8 ay geçmesine rağmen yeni hayatlarına alışamamışlardır. Bu büyük acıyla, ikisi de kendi bildikleri şekilde başa çıkmaya çalışır. Howie iletişime daha açık taraf olarak grup terapisine gitmek, arkadaşlarla yeniden bir araya gelmek gibi teklifler sunarken; Becca dışarıya hiçbir şey belli etmeden, adeta bir maske takarak “güçlü kadın” rolünü oynamayı seçer. Fakat göründüğü kadar güçlü değildir.

“Evladın ölümü” gibi ağır bir konuyla ilgilenen film, şanslı ve kararlı bir biçimde asla duygu sömürüsü yapmaya çalışmıyor, gözyaşlarına oynamıyor. Bu, filmde gözyaşı olmadığı anlamına gelmiyor; Rabbit Hole – olması gerektiği gibi – tabii ki hüzünlü bir film. Ama yönetmen John Cameron Mitchell karakterlerini acındırmaktan ziyade onları olduğu gibi tanıtmaya ve –sadece ve sadece – hayata devam etme mücadelelerine ayna tutmaya çalışıyor. Sonuçta son derece sakin, kartlarını aceleye getirmeden açan, karakterlerinin kimi zaman karamsar, kimi zaman üzgün, kimi zaman da deliler gibi öfkeli hallerini son derece ölçülü ve profesyonelce aktaran bir filme imza atıyor.

Film, Becca’nın eşi rolündeki Aaron Eckhart ve özellikle de annesi rolündeki Dianne Wiest’ten son derece etkileyici yardımcı performanslar içerse de, buradaki tartışmasız yıldız Nicole Kidman. Aslında Kidman bu filmde iki farklı rol oynuyor (komşulara, kardeşine ve annesine karşı “güçlü kadın”; yalnız kaldığında ise hayattan umudu kesmiş “acılı anne”) ve ikisini de o kadar güzel dengeliyor ki… Harika yazılmış senaryonun kendisine sunduğu bütün fırsatları sonuna kadar değerlendiren Kidman, basit bir doğum günü partisini bir aile kavgasına dönüştürürken veya sıradan bir market alışverişinde kendini kaybederken kendisinin en başta neden “yıldız oyuncu” olduğunu hepimize hatırlatıyor.

Filmde ısınamadığım tek nokta, Becca’nın o ölümcül kazada arabayı kullanan genç ile kurduğu tuhaf ilişki. Genç Jason’nın vicdanını rahatlatma, acılı Becca’nın ise başına gelen olayların “sebebini” bir parça olsun anlama çabalarını anlamak mümkün; fakat bu ilişki yeterince derin incelenmemiş gibi.

Rabbit Hole, sürekli heyecan ve drama bekleyen sabırsız izleyiciyi memnun etmekte zorlanabilecek, fakat izleyenini de mükâfatlandırmayı çok iyi bilen, yılın sürpriz filmlerinden biri. Karşısında kendini bale manyağı yapan Natalie Portman olmasa (bence gene de Portman’dan daha iyi oynayan) Nicole Kidman’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına uzanması işten bile değildi, ancak şu koşullarda imkânsız görünüyor. Gene de izlenmeli.

10 üzerinden 8,5

4 Ocak 2011 Salı

Müzik: Avril Lavigne - "What The Hell"



Avril Lavigne uzunca bir aradan sonra yeniden en iyi bildiği şeyle karşımızda. Eğlenceli ama asi ruhlu, şirin ama güçlü kız imajını, yeni single'ı "What The Hell" ile sürdürmeye devam ediyor.

Şarkıcının aynı kategorideki eski işlerini ("Sk8er Boi", "Girlfriend") hatırlayıp sevenler bu şarkıya da hemencecik alışacaklardır; ama "What The Hell"de daha fazlası da var. İsveçli pop dehası Max Martin, Avril'in bu şarkıda yapmaya çalıştığı şeyi yıllardır çok çeşitli pop/rock sanatçıları ile yapıyordu zaten (P!nk, "So What", "Raise Your Glass"; Katy Perry, "I Kissed A Girl", "Teenage Dream"). Dolayısıyla bu işbirliğinden kârlı çıkan taraf Avril Lavigne olmuş. "What The Hell", şarkıcının önceki denemelerinden daha zengin ve daha akılda kalıcı bir şarkı.

Dile yapışan nakaratı ve duyar duymaz mutlu eden ritmiyle, bana göre bu şarkı "olmuş"... Aradan geçen yıllar ve çok değişen müzik piyasası Avril'in listelerde yaratacağı etkiyi azaltmış mıdır bilemeyiz ama biz kendisini özlemişiz.

10 üzerinden 8

3 Ocak 2011 Pazartesi

Sinema: Black Swan


***İster istemez spoiler içeriyor olabilir***

Açıkçası baleye olan ilgim yok denecek kadar az. Ya da hiç uğraşmayayım, baleye ilgim “yok”. Daha açık anlatayım: Baleye o kadar ilgisizim ki, uzunca bir süre bu filmde kullanılan tema müziğinin Jeanette Biedermann’ın “How It’s Got To Be”* isimli şarkısından çalıntı olduğunu zannettim! Ta ki aslında o şarkının Çaykovski’ye ait Kuğu Gölü balesinden bir melodiyi sample’ladığını keşfedene dek!

Yönetmen Darren Aronofsky’nin bu seneki filmi Black Swan, “çok güçlü olmaya çalışırken kendi güçsüzlüklerine yenik düşen bir zavallı”nın hikayesini anlatıyor. İki sene önceki filmi The Wrestler gibi. Ya da 10 sene önceki Requiem For A Dream gibi. Aronofsky’nin kullanmayı çok sevdiği bu hikaye kalıbı, aslında kendi kariyerinin geldiği noktayı da özetliyor: Daha başarılı bir film elde etmek için eski filmlerinin güçlü ve beğenilen yönlerini tekrar tekrar kullanan yönetmen, kendi yarattığı klişeler altında eziliyor ve zayıf bir filme imza atıyor.

Black Swan’da, yüksek hedefleri olan yetenekli fakat acemi bir balerinin hayatının rolüne hazırlanmak için ne kadar ileri gidebileceğini izliyoruz. Filmin konusunu anlatmayacağım. Sadece (filmdeki tiyatro ekibinin de sahneye koyduğu) Kuğu Gölü Balesi’nin konusunu anlatmakla yetineceğim: Güzel fakat narin prenses, kötü kalpli bir büyücünün büyüsü ile gün ışığında beyaz bir kuğuya dönüşmektedir. Beyaz Kuğu, yakışıklı prens ile tanışır ve tam mutluluğa kavuşacakken, büyücünün kızı Siyah Kuğu prensin aklını çeler ve böylece iki aşığı sonsuza dek lanetler. Aşıkların bu dünyada ulaşamadıkları mutluluğa ulaşmaları için geriye tek bir yol kalmıştır…

Şimdi de neden film yerine balenin konusunu anlattığımı söyleyeyim. Black Swan, aslında Kuğu Gölü Balesi’nin güncel bir yorumu.

Fakat durun. Bu çıkarım,The Matrix Revolutions aslında İsa’nın göğe yükselişini anlatıyormuş!” tadında, yoğun bir okuma gerektiren bir çıkarım değil. Hayatında Kuğu Gölü Balesi’nin konusunu ilk kez duyan benim, normal şartlar altında böyle bir çıkarımda bulunabilmem de söz konusu değil.

Filmin sorunu işte bence bu: Aronofsky, bütün film boyunca “Ehehe, bir balerinin hikayesini anlatıyor gibiyim ama aslında çaktırmadan Kuğu Gölü Balesi’ne güncel bir yorum katıyorum, zeki miyim neyim! *çapkınca göz kırp!*” demekten kendini alamıyor. Seyirciye yorum yapabileceği bir alan bırakmak yerine, bütün filmi bu Kuğu Gölü hikayesine öyle bir yaslıyor ki, yönetmenin ulaşmaya çalıştığı noktaya seyirci filmin ortasında ulaşıyor ve geriye kocaman bir karın ağrısı kalıyor.

Bu “karın ağrısı” boyunca Aronofsky’nin klasik “kendini kaybederek dibe vurma” kurgusunu izliyoruz. Ama bu kurgu, bu filmde “klasik” olmaktan çıkıp yönetmenin kendi “klişe”sine dönüşüyor… Üstelik diğer filmlerinin aksine Aronofsky, bu filmindeki “kendini kaybetme” kurgusuna ucuz Hollywood korkutmacalarını da ekliyor… ve farkında olmadan filmini ucuzlaştırmış oluyor (kendini kaybederek dibe vuran kendisi oluyor yani, *çapkınca göz kırp!*).

Natalie Portman, zayıf karakterli balerin Nina rolünde iyi, “çok iyi dans ediyor olması acaba sıradan oyunculuğunu örtbas mı ediyor” diye düşünmedim değil ama bu sene En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alırsa üzülmem (Akademi bunun gibi büyük çaba gerektiren rollere bayılır zaten). Filmde Portman’dan bence rol çalan isim ise, Nina’nın tehlikeli arkadaşı Lily rolündeki Mila Kunis.

Sonuç olarak Black Swan, çok güzel görünen, iyi performanslar içeren, ama artık hepimizin bildiği “sürprizli korkulu karanlık atmosfer” oyunlarına yenik düşen, vasat bir film.

Bu kadar sevilmesinin sebebi olsa olsa seksi lezbiyen faktörü (!) ve kitlesel seyircinin bayıldığı “meğerse şöyleymiş” diyen finali olsa gerek. Oysaki tecrübeli seyirci “sürprizli sonu” tamı tamına ilk 4 buçuk dakikada anlıyor… Seksi lezbiyen faktörüne ise diyecek lafım yok!

Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Tamamen kişisel beğenilerimle ilgili bir sorun olsa da, filmi beğenmememin en önemli sebeplerinden biri şu düşünceyi bir türlü kafamdan atamamam: “Kimin umurunda? Alt tarafı bale!”

10 üzerinden 5.5



*Jeannete Biedermann, "How It's Got To Be"